Ankara’nın ilçelerini gezmeye devam ediyoruz. Bir sonraki durağımız Güdül oldu. Güdül ufacık bir ilçe. Önce ilçe meydanına gidip, oradaki kahvede bir mola verdik, ufak bir leblebiciler sokağı var, çocukluğumuzu hatırlayarak beyaz leblebiden yedik. Şansımıza meydanda pazar kuruluydu, leziz üzümlerinden alıp, mağaralarına doğru yola çıktık. Mağaralarının bulunduğu coğrafya çok güzel ama mağaraların içleri biraz pisti maalesef. Mağaraların Bizans dönemine ait olduğu söyleniyor.
Daha sonra Ayaş’a gittik, yol üzerindeki domates satıcılarının tarlalarından domates, patlıcan, biber topladık, çok zevkliydi. Sonra biraz zorlanarak, Ayaş ilçesine girişi bulduk, gerçi bizimki normal girişi değil sanırım, daracık sokaklardan girdik. Ayaş merkezde bir lokantada yemek yedik, nereye gezelim dedik, “Burada gezilecek biryer yok” cevabını alarak:) Ankara’ya geri döndük.
Termessos antik kenti, Güllük Dağı Milli Parkı içinde yer alıyor. Alanya’dan Denizli’ye giderken hemen yol kenarından sola dönüyorsunuz, milli parka giriyorsunuz. Konumu, doğası harika. Parkın içine girdikten sonra yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüş sonrası Tiyatro’ya ulaşıyorsunuz. Tiyatrosu çok ihtişamlı, sahnenin arkasında heybetli kayalıklı bir dağ var. Doğanın gücünü hissediyorsunuz. Aynı zamanda çok da huzurlu. Tiyatro oldukça sağlam durumda ama biraz emek verilse daha da güzel hale gelecektir.
“Termessos’taki çift “s”, şehrin Anadolu insanları tarafından kurulduğuna dair dilbilimsel bir kanıt sağlar. Strabo’ya göre, Pisidia halkı olan Termessos sakinleri kendilerini Slymi olarak çağırırlardı. Yaşadıkları dağa da verilen bu isim, sonraki yıllarda Zeus’la özdeşleştirilen ve burada da Zeus Solymes kültünün yükselmesine sebep olan Anadolu tanrılarından Solymes’den gelmektedir. Termessos madeni paralarında genelde bu tanrı vardır ve paralara adını verilmiştir.
Tarih sahnesinde bu şehirle ilk karşılaşmamız meşhur Büyük İskender kuşatmasıyla bağlantılıdır. Bu olayla ilk ilgilenen ve Termessos’un stratejik önemini kaydeden eski tarihçilerden biri olan Arrianos, şehri kuşatan başa çıkılamaz doğal engellerden dolayı şehrin küçük bir birlikle bile savunulabileceğini belirtmiştir. İskender, Pamphylia’dan Frigya’ya geçmek istemişti ve Arrianos’a göre Frigya’ya yol Termessos’tan geçiyordu. Gerçekten de, daha alçak ve kolay geçitler varken İskender’ın neden o kadar sarp olan Yenice geçidini tırmanmayı seçtiği hala tartışma konusudur. Perge’deki düşmanlarının İskender’i yanlış yola gönderdiği de söylenir. İskender, Termessosluların kapattığı geçidi geçmek için oldukça çaba ve zaman harcamıştır ve bu sinirle geri dönerek Termessos’u kuşatmıştır. Muhtemelen Termessos’u zaptedemeyeceğini bildiğinden, İskender hücuma geçmemiştir fakat bunun yerine kuzeye doğru yürümüş ve öfkesini Sagalassos’dan çıkarmıştır.
Tarihçi Diodors, Termessos tarihinde bir başka unutulmaz olayı da tüm detaylarıyla kaydetmiştir. M.S. 319’da İskender’in ölümünden sonra, generallerinden biri, Antigonos Monophtalmos, kendisini Küçük Asya’nın hükümdarı ilan etmiştir ve esas destekçisi Pisidia olan rakibi Alcetas ile savaşmak için hazırlanmıştır. Antigonos Monophtalmos’un kuvvetleri, 40.000 piyadeden, 7.000 süvariden ve ayrıca sayısız filden meydana gelmiştir. Bu üstün nitelikli kuvvetlerin hakkından gelemeyen Alcetas ve arkadaşları Termessos’a sığınmışlardır. Termessoslular, onlara yardım etme sözü vermişlerdir. Bu sürede, Antigonos şehrin önüne gelmiş ve burada kamp kurarak düşmanının kendisine iade edilmesi için çabalamıştır. Yabancı bir Makedon uğruna şehirlerinin felakete sürüklenmesini istemeyen Termessos yaşlıları Alcetas’ın iade edilmesine karar vermişler ancak genç Termessoslular verdikleri sözü tutmak istemişler ve bunun dışına çıkmayı reddetmişlerdir. Yaşlılar, Alcetas’ı bırakma niyetleriyle ilgili bilgilendirmek amacıyla Antigonos’a heyet yollamışlardır. Savaşa devam etmek için yapılan gizli bir plana göre, Termessoslu gençler şehri terk etmeyi başarmıştır. Yakında tutsak olacağını öğrenen Alcetas, düşmanın eline verilmektense ölmeyi tercih etmiş ve kendini öldürmüştür. Yaşlılar, Antigonos’a Alcetas’ın cesedini yollamışlardır. Üç gün boyunca cesede her türlü eziyeti yapan Antigonos, daha sonra cesedi gömmeden bırakarak Pisidia’dan ayrılmıştır. Olanlara kızan gençler, Alcetas’ın cesedini geri almışlar, saygı içerisinde gömmüşler ve anısına bir güzel bir anıt dikmişlerdir.
Termessos, açıkça bir liman şehri değildi ancak, toprakları güneybatıda Attaleia (Antalya) Körfezi boyunca uzanırdı. Şehrin denize olan bu bağlantısından dolayı şehir, Ptolemyler tarafından alınmıştır. Daha 40 yıl önce İskender’in güçlü dönemlerinde bile direnen bir şehrin, Mısır egemenliğini kabul etmesi çok şaşırtıcıdır.
Likya’nın Araxa şehrinde bulunan bir yazıt, Termessos hakkında önemli bilgi verir. Bu yazıta göre, M.Ö. 200’lerde Termessos bilinmeyen sebeplerden dolayı Likya şehirleri birliği ile savaştaydı ve M.Ö. 199’da Termessos kendini tekrar Pisidialı komşusu İsinda ile savaşta buldu. Bu dönemde M.Ö. 2. yüzyılda Küçük Termessos kolonisinin şehrin yanında kurulduğunu görüyoruz. Termessos, eski düşmanı Serge ile daha iyi mücadele edebilmek için Pergamum Kralı II Attalos ile dostça ilişkiler içine girdi. II. Attalos da bu dostluğun anısına Termessos’da 2 katlı bir stoa inşa ettirdi.
Termessos, Roma’nın müttefikiydi ve böylelikle M.Ö 71’de Roma Senatosu tarafından bağımsızlığı kabul edildi; bu kanuna göre Termessos’un özgürlüğü ve hakları garanti altına alındı. Bu bağımsızlık, Galatia Kralı Amyntas ile yapılan ittifak haricinde (M.Ö. 36-25 yılları hükümdarlık sürdü) uzunca bir süre devam etti. Termessos’un bağımsızlığı, “Autonomous” (Özerk) adını taşıyan madeni parasıyla da belgelenmiştir.
Ana yoldan sarp bir yolla şehre ulaşılır. Bu yoldan geçen biri, etrafında Termessosluların “Kral Caddesi” olarak isimlendirdikleri eski yolun yanı sıra Helenistik dönem istihkam duvarlarının, sarnıçların ve diğer bir çok kalıntının bulunduğu meşhur Yenice Geçiti’ni görebilir. Termessos halkının katkılarıyla M.Ö. ikinci yüzyılda yapılan Kral Caddesi, yükselen şehrin duvarlarının yanından geçer ve düz bir yol şeklinde şehrin merkezine kadar uzanır. Şehir kapısının doğusundaki duvarlarda zarlarla kehanet içeren oldukça enteresan yazıtlar vardır. Roma İmparatorluğu tarihi boyunca bu tür büyüler, sihirler ve batıl inançlar yaygındı. Büyük olasılıkla Termessoslular, geleceği tahmin etmeye oldukça meraklıydılar. Bu tür yazıtlar, genellikle dört beş satır uzunluğundadır ve zarlarla belirlenen sayılar içerir, kehanet için tanrının adı istenir ve kehanetin içeriği o tanrının öğütleri içinde verilir.
Resmi binaların bulunduğu Termessos şehri, iç duvarların az ilerisindeki düz arazide yer alır. Bu yapılardan en dikkat çekici olan çok özel mimari özelliklere sahip bulunan agoradır. Açık hava pazar yeri olan bu yapının zemini taş bloklar üzerinde yükselmiştir ve kuzeybatısında beş büyük sarnıç oyulmuştur. Agora üç yandan stoalarla çevrilmiştir. İki katlı stoada bulunan bir yazıta göre, stoa, Pergamum Kralı (M.Ö. 150-138 yılları arasında hükümdarlık sürmüştür) II. Attalos tarafından dostluklarının kanıtı olarak Termessos’a hediye edilmiştir. Kuzeydoğu stoa, muhtemelen Attalos’un stoası taklit edilerek Osbaras isimli varlıklı bir Termessoslu tarafından yaptırılmıştır. Agoranın kuzeydoğusunda bulunan kalıntıların gymnasyuma ait olduğu düşünülmektedir ancak sık ağaçların arasından bunu anlamak zordur. İki katlı stoa içerde tonozlu odalarla çevrelenmiş avludan oluşur. Stoanın dışı nişlerle ve Dor nizamında diğer süslemelerle dekore edilmiştir. Bu yapı M.S. birinci yüzyılı işaret eder.
Agoranın hemen doğusunda tiyatro vardır. Pamphylia Ovasının üzerinde manzaraya hakim olan tiyatro hiç şüphesiz Termessos ovasının en göz alıcı yapısıdır. Helenistik dönem tiyatro planını koruyan bu tiyatro, Roma tiyatrosunun en belirgin özelliklerini sergiler. Helenistik caeva ya da yarım dairesel oturma alanı, diazoma ile ikiye ayrılır. Diazoma’nın üzerinde sekiz, aşağısında on altı oturma sırası vardır. Tiyatro, yaklaşık 4000 – 5000 seyirci kapasitesine sahiptir. Geniş kemerli giriş yolu, cavea ile agorayı bağlar. Güney parados’a daha sonraları kemer yapılmışsa da kuzey parados orijinalindeki gibi üstü açık olarak bırakılmıştır. Sahne binası M.S. ikinci yüzyılın özelliklerini gösterir. Bunun arkasında sadece uzun, dar bir oda vardır. Burası, görkemli bir şekilde süslenmiş cepheyi kesen beş kapı ile oyunun sahnelendiği podyuma bağlanır. Sahnenin altında vahşi hayvanların dövüşe çıkarılmadan önce tutuldukları beş küçük oda vardır. Diğer tüm klasik şehirlerde olduğu gibi tiyatronun yaklaşık 100 metre ilerisinde odeon vardır. Küçük bir tiyatroyu andıran bu yapı, M.Ö. birinci yüzyıla kadar uzanabilir. Çatı seviyesine kadar oldukça iyi korunmuş olan odeon en iyi kalite yontma taş duvarcılığı örneği sergiler. Alt kat sadeyken ve iki kapıyla ayrılmışken, üst kat Dor düzeninde süslenmiş ve kare şeklinde kesilmiş taş bloklardan yapılmıştır. Yapının orijinalinde çatısının olduğu kesindir çünkü ışığı doğu ve batı duvarlarındaki 11 geniş pencereden almaktadır. 25 metre uzunluğundaki bu çatının binanın üzerinde nasıl durduğu hala belirlenememiştir. Günümüzde içi toprak ve moloz dolu olan harabedeki oturma düzeni ya da oturma kapasitesi değerlendirmek pek mümkün değildir. Oturma kapasitesi muhtemelen 600-700 kişiden fazla değildi. Molozların arasında, renkli mermer parçaları çıkartılmıştır bu da iç duvarların mozaiklerle süslü olabileceğini göstermektedir. Bu güzel yapının, bouleuterion ya da konsey odası olarak hizmet vermiş olması da mümkündür.
Termessos’ta değişik büyüklüklerde ve çeşitlerde altı tapınak vardır. Bunlardan dört tanesi odeonun yanında kutsal olduğu tahmin edilen alanda bulunmuştur. Bu tapınaklardan ilki odeonun tam arkasında yer alır ve gerçekten görkemli bir duvarcılık işçiliği sergiler. Bu tapınağın şehrin asıl tanrısı Zeus Solymeus’a ait olduğu ileri sürülmektedir. Ancak ne yazık ki, geriye 5 metre yüksekliğindeki tapınağın iç duvarlarından başka çok az şey kalmıştır.
İkinci tapınak odeonun güneybatı köşesinde uzanır. Bu tapınağın cella’sının duvarlarının boyutları 5.50 x 5.50 metredir ve prostylos tarzındadır. Halen ayakta duran ve tamamlanmış olan girişte bulunan bir yazıta göre, bu tapınak Artemis’e ithaf edilmiştir ve hem harabe hem de içindeki kült heykel Aurelia Armasta isimli bir kadın ve kocası tarafından kendi gelirleri kullanılarak yaptırılmıştır. Girişin diğer tarafında yazılı bir zemin üzerinde bu kadının amcasının heykeli durur. Tarzına bakılarak tapınağın tarihinin M.S. ikinci yüzyılın sonlarına kadar uzandığı söylenebilir.
Artemis tapınağının doğusunda Dor tarzı tapınağın kalıntıları vardır. Bir kenarda altı veya 11 sütundan oluşan tapınak peripteral tiptedir; boyutlarına göre değerlendirilecek olursa bu tapınak, Termessos’un en büyük tapınağı olmalıdır. Rölyeflerden ve yazıtlardan bu tapınağın da Artemis’e ithaf edildiği anlaşılmıştır.
Daha ileride doğuda kesilmiş taşlardan yapılan terasın üzerinde küçük bir başka tapınağın kalıntıları vardır. Tapınak yüksek bir podyum üzerinde yükselir, ancak hangi tanrıya ithaf edildiği bugün bilinmemektedir. Yine de, klasik tapınak mimarisinin genel kurallarına karşı bu tapınağın girişi sağdadır ve bu da tapınağın bir yarı tanrıya ya da kahramana ait olabileceğine işaret eder. Bu tapınağın tarihi M.S. üçüncü yüzyılın başlarına kadar uzanabilir.
Diğer iki tapınak Korinth düzenindeki Attalos Stoası’nın yanında yer alır ve prostylos tarzındadır. Yine bugün halen bilinmeyen tanrılara ve tanrıçalara ithaf edilen bu tapınaklar, M.S. ikinci ya da üçüncü yüzyılı işaret ederler.
Bu geniş merkezi alanda bulunan tüm resmi ve kült yapılar arasında, en ilginçlerinden biri tipik Roma dönemi evi formundadır. Altı metre yüksekliğe ulaşan Batı duvarında bulunan Dor düzenindeki kapı aralığının üzerinde bir yazıt görülebilir. Bu yazıtın üzerinde evin sahibinden, şehrin kurucusu olarak övgüyle söz edilir. Şüphesiz, bu ev Termessos’u kuranın değildi. Belki bu, şehre fevkalade hizmetler sunan ev sahibine bir ödüldü. Bu tür evler genellikle soylu kimselere ve zenginlere ait olurdu. Ana giriş, ikinci bir kapıya giden bir salona, bu ikinci kapı da merkezi avluya ya da atrium’a açılır. Yağmur sularını tutmak için avlunun ortasında impluvium ya da havuz vardır. Atrium, evin bu gibi günlük faaliyetlerinde önemli yer tutardı ve aynı zamanda konuk kabul odası olarak da kullanılırdı. Bu yüzden de sık sık gösterişli bir şekilde süslenirdi. Evin diğer odaları düzenli bir biçimde atriumun etrafında yer alır.
Geniş, dükkanların sıralandığı portico’ları olan bir cadde, şehir boyunca kuzey-güney istikametinde uzanırdı. Sütunlar arasındaki boşluklar genellikle, çoğu güreşçilere ait olan başarılı sporcuların heykelleriyle doldurulmuştur. Bu heykellerin yazılı kaideleri hala yerlerindedir ve bu yazıları okuyarak bu caddenin eski ihtişamını yeniden canlandırılabiliriz.
Şehrin güneyi, batısı ve kuzeyinde çoğu şehir duvarları içerisinde olan, kayaya oyulmuş mezar taşları bulunan geniş mezarlar vardır ve bunlardan bir tanesinin Alcetas’a ait olduğu düşünülmektedir. Ne yazık ki, mezar hazine avcıları tarafından yağmalanmıştır. Mezarın içerisinde kline’nın arkasında sütunların arasında bir çeşit kafes oyulmuştur ve bunun yukarısında muhtemelen süslenmiş bir friz vardı. Mezarın kalan kısmı M.Ö. dördüncü yüzyıla tarihlendirilebilecek ata binen bir savaşçının betimlemeleriyle bezenmiştir. Genç Termessosluların General Alcetas’ın trajik ölümünden ne kadar fazla etkilendikleri ve onun için görkemli bir mezar yaptıkları bilinmektedir ve tarihçi Diodoros, Alcetas’ın Antigonos ile at üzerinde savaştığını kaydeder. Çakışan bu olaylar, aslında mezarın Alcetas’a ait olduğuna ve rölyefde betimlenenin de o olduğuna işaret eder.
Yüzyıllardır şehrin güneybatısında sık ağaçların arasında saklanan lahit, insanı bir anda tarihi törenin derinliklerine götürür. Ölüler, kıyafetleri, mücevherleri ve diğer aksesuarlarıyla bu lahitlere konurdu. Yoksulların bedenleri, sade taş, kil ya da ahşap lahitlerde yakılırdı. Tarihi M.S. ikinci yüzyıla uzanan bu lahitler, yüksek kaideler üzerinde durur. Öte yandan zengin aile mezarlarında, lahitler soyuyla ya da onun yanına gömülme izni olanlarla birlikte ölen kişi için hazırlanmış şatafatlı bir şekilde bezenmiş yapının içine yerleştirilmiştir. Böylelikle, kullanım hakkı resmi olarak garanti altına alınmış oluyordu. Bu biçimde, belirli bir mezarın tarihi belirlenebilir. Ayrıca, lahitlerinin açılmasını engellemek ve mezar soyguncularını korkutmak için tanrıların öfkesini çağıran yazıtlar da bulunabilir. Bu yazıtlar aynı zamanda kurallara uymayanlara uygulanan para cezalarını da belirtir. 300 ile 100.000 denari arasında değişen bu para cezaları genellikle Zeus Solymeus adına şehir hazinesine ödenirdi ve yasal hükümlerin yerini alırdı.
Şu ana kadar Termessos’ta herhangi bir kazıya başlanılmamıştır.”
Tarihi bilgilerden önce, kendi izlenimlerimi aktarayım. Müzesini pazartesi günü olması nedeniyle göremedik ama heykellerle dolu olduğu, çok zengin bir müze olduğu söyleniyor.
Giriş kapısından sonra biz sola dönüp, önce tiyatroyu gördük, siz düz devam edip, sayıları takip edin, stadyum biraz uzak diye gitmedik, ama siz gidin. Her tarafı çok etkileyici, içinize sindire sindire gezin. Ara Güler’in fotograf sergisini gezin. Anlatıldığına göre burayı keşfeden yolunu kaybeden Ara Güler’miş, internette sanıyorum röportajını bulabilirsiniz. Bir de Afrodisias ile ilgili belgesel de var, gitmeden gezmeden izleyin, eminim daha kalıcı olacaktır.
Afrodisias ile ilgili tarihi bilgileri, Aydın il Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nden aktaralım:
“Aydın İli’ne bağlı Karacasu ilçesinde yer alır. Adını aşk ve güzellik tanrıçası Aphrodite’den alan Aphrodisias özellikle Roma çağında Aphrodithe tapınımı ile ünlenmiş antik bir kent olup, günümüzde de çok iyi korunmuş anıt yapıları ile Türkiye’nin en önemli arkeolojik yerlerinden biridir.
Sonraki devirlerde üzerine tiyatro yapılan höyük, M.Ö. 5000’lere kadar giden Prehistorik bir yerleşmedir. M.Ö. 6. yüzyılda Aphrodisias küçük bir köydür. İlk Aphrodithe tapınağı da bu devirde yapılmıştır. Bu görünüm M.Ö. 2. yüzyılda ızgara planlı kentin kuruluşu ile değişmiştir. Bu devirde kentte, yaklaşık bir kilometrelik bir alana yayılmış 15000 civarında insan yaşamaktaydı. M.Ö. 1. yüzyılda Roma İmparatoru Augustus Aphrodisias şehrini kişisel koruması altına aldı. Bugün ayakta kalan anıtlar ondan sonraki iki yüzyıl içinde yapıldı.
Tiyatro ve tapınak arasında etrafı sütunlarla çevrili iki meydan planlandı (Tiberius Portikosu ve Agora). Antik dünyanın en iyi korunmuş stadyumu ise kentin kuzey ucunda yer alıyordu. M.S. 3. yüzyılın sonlarında Aphrodisias Roma İmparatorluğunun Karia Eyaletinin başkenti oldu. M.S. 4 yüzyılın ortalarında da kentin etrafı surla çevrildi. M.S. 6. yüzyıldan itibaren bayındır halini ve önemini kaybetmeye başladı. Aphrodithe Tapınağı kiliseye dönüştürüldü. Küçük bir kasabaya dönen kent 12. yüzyılda tamamen terk edildi.
Bu kent antikçağın önde gelen mimarlık, sanat, heykeltıraşlık ve tapınma merkezlerindendir. Bizanslı yazar Stephanos, kentin kuruluşunu M.Ö. 13. yüzyıla kadar dayandırmaktadır. Karacasu ilçesinin 12 km. güneydoğusunda bir Karia kenti olarak kurulan Aphrodisias, altın çağını Roma döneminde yakalamıştır. Bu dönemde olağanüstü güzellikte mermer heykeller ve yapılar inşa edilmiş ve Aphrodisias stili olarak bilinen bir sanat ekolü de gelişmiştir.
Yapılan arkeolojik araştırmalar sonucunda kentte mimarlık ve heykeltıraşlığın yanı sıra tıp ve astronomi alanlarında da çalışmalar yapıldığı belirlenmiştir. Kentte görülebilecek başlıca yapı kalıntıları, M.S. 2. yüzyılda İmparator Hadrianus zamanında yapılan hamam, büyük havuzlu agora, M.Ö. 1. yüzyılda Tanrıça Aphrodite için yapılan tapınak, stadyum, tiyatro, tiyatro hamamı, odeon, piskopos sarayı, felsefe okuludur.
Bölge Bronz Çağı içinde önemli bir yerleşim alanıdır. Afrodisias Ören yeri içinde bulunan ve Arkeolojik araştırmalar yapılan Akropol ve Pekmez Tepe höyükleri, Bronz Çağının bütün tabakalarını kapsayan önemli buluntular vermişlerdir. İç Anadolu Bronz Çağı uygarlıkları ürünleriyle bir arada çıkan bu buluntular, bölgede gelişmiş ticaret ve kültür alışverişi olduğunu belgelemektedir. Ayrıca, Güzelbeyli Köyü sınırları içinde bir erken Bronz Çağı Nekropolü de tespit edilmiştir.
Afrodisias kazılarında, Akropol Tepe Höyüğü ve Afrodit Tapınağı çevresinde Demir Çağı, Lidya tipi seramik veren tabakalar, Arkaik ve Klasik Dönem yerleşimi tespit edilmiştir. M.Ö. birinci bin yıl içinde bölgenin en önemli Antik Kenti olan Afrodisias’ta Ön Asya kökenli Tanrıça İştar, Asterte, Anadolu kökenli Tanrıça Kybele ve Grek kökenli Tanrıça Afrodit kültlerinin birleşmesinden oluşan doğa ve bereket tanrıçası nitelikli ‘Afrodisias Afrodit’i kültü gelişmeye başlamış ve Afrodit Tapınağı kurularak şehir bir kült (inanç) merkezi haline gelmiştir.
Geç Helenistik Dönemde bölgede iki antik şehir gelişmeye başlamıştır. Afrodisias ve Plarasa Antik Kentleri Roma Döneminde, özellikle Julius Claudius ailesinden gelen imparatorlar döneminde hızla gelişmişlerdir. Roma tarafından ayrıcalık ve özerklik tanınmış ve iki şehir ortak sikke basmışlardır. Afrodisias, yakın çevresinde bulunan mermer ocaklarının kullanımı ile önemli bir plastik sanatlar merkezi haline gelmiştir. Öyle ki, kent sanatçıları kendilerine özgü “Manierist Stil” denilen yontu ekolünü yaratmışlardır. Bölge M.S. 4. yüzyıla kadar gelişmeye devam etmiş ve önemini korumuştur.
Bizans Dönemi’nde Afrodisias Karia Bölgesi Baş Piskoposluğu haline getirilmiştir. M.S. 6–11. yüzyıllarda bölge siyasi, dini ve ekonomik sıkıntılarla Vizigot ve Arap akınları yüzünden önemini yitirmiştir. Bizans kaynaklarına göre 11–13. yüzyıllar arasında bölgeyi dört kez Selçuklular ellerine geçirmişler ve Karacasu toprakları Türkmen boylarınca iskân edilmiştir. Böylece bir süre Menteşe Beyliği, daha sonra da Aydın Oğulları egemen olmuşlardır. 1413 tarihinde II. Murat Karacasu topraklarını Osmanlı İmparatorluğuna katmıştır. 1867 tarihinden itibaren de Karacasu İlçesi olarak Aydın’a bağlanmıştır.”
Dört yarım:) günde Berlin’de ne görülür? Cevabımız: çok şey.
Gezi boyunca, Berlin Duvarı’nın hikayesini dinledim, gördüm, üzüldüm. Duvar, Doğu Almanya tarafından inşa ediliyor, önce tel örgülerle başlanıyor, sonra beton dökülüyor. Başta geçişler serbest ama Doğu’dan Batıya olan göç arttıkça, sınırlı geçişler geliyor, sonra da tamamen kapanıyor. Berlin’in doğu ve batısı arasında toplam 8 geçiş noktası varmış.
Charlie Checkpoint yakınlardında Doğu Alman arabası Traban’ın bir müzesi buluyor, gezmedik ama ilginç bir yer olabilir.
Aynı yolu izlediğinizde solunuzda, duvardan bir parça görülebilir.
Kuşkonmaz mevsimi olduğu için akşam yemeğimizi de leziz kuşkonmaz ile süsledik.
VEE 2. GÜN
Bu da Berlin’deki meydanlardan Gendarmenmarkt’ta konser salonu ve iki yanında kilise bulunuyor, birisi Fransız diğeri Alman kilisesi.
Turdaki son dikkat çekici noktalar ise, Kralın yaşadığı Bellevue sarayı ( Bina üzerinde bayrak varsa Kral ülke sınırları içinde demekmiş),
Hayvanat Bahçesi
Batı Almanya’nın en önemli alışveriş merkezlerinden KaDeWe ( Kaufhaus des Westens)
Lego Land ( Potsdamer Platz Yakını, Sony Center)
Hamile İstiridye takma adını verdikleri Haus der Kulturen der Welt( Dünya Kültürleri Evi)
Ve ÜÇÜNCÜ GÜN, müzeler günü. Berlin’de yüzlerce müze bulunuyor, en ünlüleri ise Müze Adası denilen yerde yer alıyor. Bunlar Pergamon( Meşhur Bergama), Neues ( Yeni), Altes( Eski), Alte National Galerie( Eski Ulusal Galeri), Bode Müzesi.
Biz Bode haricindekileri gezdik, Bode Bizans eserleri ve nümizmatik eserler içeriyormuş.
Tiergarten 210 hektarmış ve 200 bin ağaç barındırıyormuş.
Yaz tatilinde yakında olduğundan, hadi bir görelim dedik. Biletle içeri giriliyor, içeride bir sürü restoran bulunuyor. Fotoğraf çekilebilecek, ayaklarımızı sokabileceğimiz su kenarından birkaç poz çektik. Su buz gibi güzel, manzara güzel. Ama su çok yüksekten akmıyor, geniş bir alandan akıyor. Belki bu yüzden çok etkileyici değil. Gene de yakınına giderseniz bir uğrayın.
Bu bayram biraz orman havası soluyalım diyerek, Mengen’e 3 km mesafede olan Hindiba Pansiyon‘da yerimizi ayırttık. Pansiyona giderken Gerede çıkışından çıkıp, Gerede üzerindeki Esentepe mesire yerinde çocuk parkı molası verdik. Çocuk parkı bomboştu ve aletleri bayağı güzeldi, çocuklar eğlendiler. Tepedeki otel de güzele benziyordu.
![]() |
Aşçılık Okulu |
Mengen’de fazla kalmayıp hemen Yedigöller yoluna girerek, pansiyona ulaştık.Kaldığımız taş ev çok güzeldi, gece kalorifer de yanında hiç bir sıkıntı çekmedik. Akşam yemeği açık büfeydi ve yemekler özenerek yapılmıştı. Genel olarak güzel bir yerdi diyebiliriz ama birazcık bakımdan geçse iyi olabilir. Ortak alanda yer alan bazı merdivenler kopmuş, ağaç ev çıkışı da biraz da güvenli hale getirilebilir. Otelin yakınında dört yürüyüş rotası bulunuyor, biz iki çocukla ancak en kısa olanı (sarı tur) yapabildik.
Orman içi yürüyüş |
Kızım 1 km ya yürüdü ya yürümedi, sonrasını kucakta tamamladı. Oğlum ise sonuna kadar dayandı, belki son 100 metreyi benim omzumda geçirmiştir:)
Yürüyüş yaparken pansiyondaki köpekler de ara ara eşlik ediyorlar, özellikle kangala benzeyen köpek (keşke adını sorsaydım) yokuşu çıkarken, önden gitti, bize yolu gösterdi, bir ara gözden kayboldu, bir de baktım oturmuş yolda bizi bekliyor. Sağolsun neşe kattı yürüyüşümüze. 3,5 km, yaklaşık 1/3’ü ciddi yokuş olan turumuzu 2 saatte tamamladık, ben herhalde çocuklarla tek başıma olsam, ona buna bakıyoruz diye 4 saatte tamamlardık:)
Orman içi yol- Yedigöller Mevkii |
Akşam ise biraz ateş başında oturup, erkenden yattık. Sabah ise kahvaltı sonrası yola koyulduk.
Sevgili google earth’ün verdiği tarife göre, en kısa yol, Devrek üzerinden giden yol ama bence bu yoldan hiç gitmeyin, aslında başka bir yol varmış ama heyelan nedeniyle bir kısmı çökmüş, belki bundan gidilebilir ama bizim gittiğimiz yol yaklaşık 2,5 saat sürdü ve özellikle Devrek sonrası çok virajlıydı, çocuklar bayağ sarsıldılar. Buraya yoldan birkaç fotoğrafı ekliyorum.
Neyse uzun yol sonrasında Karadeniz Ereğli’ye ulaştık, burada herşey Kardemir odaklı, zaten sanırım şehrin yarısını fabrika kaplıyor. Biz sahile indik, çocuklar gene parkta oynadılar, sonrasında da Cehennemağzı Mağarası’na gittik.
Burası üç mağaradan oluşuyor, ikisinin içinde göl var, birisi zaten kilise, yerde bir miktar mozaik kalmıştı.
Karadeniz Ereğli sonrası, sahil yolundan Akçakoca’ya vardık, gene sahilden devam edip, kendimize bir otel ararken, hadi öğretmenevine bir fiyat soralım dedik, bayram paket olarak veriliyormuş, bu nedenle yola devam ettik, tesadüfen sahil kenarında Tuana Otel’i gördük. Sakin ve temiz görünüyordu ve burada kalmaya karar verdik. Odası, kahvaltısı gayet iyiydi, zaten denize de sıfırdı. Biraz denize girip, sonrasında Akçakoca merkezde balık yedik. İki tane tavsiye edilen lokanta vardı biri Mustafa’nın Yeri, diğeri ise Çapa idi. Denizin hemen kenarında olması ve de biraz daha geniş olması nedeniyle Çapa’ya gittik. Balıklar fena değildi, salatası iyiydi. Yalnız Mustafa’nın Yeri daha iyi olabilir, biraz daha kalabalıktı. Balık sonrası sahil şeridinde dondurma, mısır yiyip gene klasik oyun parkı ziyareti sonrası otele döndük.
Ertesi sabah erkenden biraz İstanbul’a doğru sahilleri görelim dedik, sanıyorum 20 dakikalık yol sonrası, Paşalar üzerinden Melenağzı’na geldik.
![]() |
Paşalar’dan Bir Görüntü |
![]() |
Melenağzı’ndan Bir Görüntü |
Çok güzel bir yer, evler şahane. Evin arkası bahçe, bahçenin arkası ince kumlu sahil ve yunuslu deniz:) Yunusları gördük, deniz içinde yengeçler gördük. Kumların üzerinde de taş yerine deniz kabuğu doluydu. Denizi de sahili de süperdi, biraz denize girdik, sonra geldiğimiz yoldan Akçakoca’ya dönüp, otobandan Abant’a gittik.
Abant Gölü |
Abant Gölü |
Abant girişinde bir sürü yeni yer açılmış, belki bir haftasonu gideriz. Abant ise kurban bayramı münasebetiyle çok yoğundu, insan kalabalığı yorucuydu. Abant Otelin Göl Restaronanında yemek yiyip,Orman Bakanlığı’nın girişteki şirin müzesini gezip, oradan bayram lokum ikramımızı alarak, otoban üzerinden yola çıkıp, hava kararıken canım evimize kavuştuk.
Denizli, yunuslu,ormanlı güzel bir tatil oldu.
Almanya’nın acaba her kenti yeşil mi? Bir teknik gezi nedeniyle 5 günümüzü Bavyera eyaletinin çeşitli yerlerinde geçirdik, hepsi de cennet gibiydi diyebilirim. Yemyeşil, tertemiz, bakımlı evler ve geniş yürüyüş, park ve oyun alanları.
Bu yazıda küçük kasabalardan sadece birkaç fotograf koymakla yetineceğim.
Münih’te ilk gün, resim müzelerine gitmeye karar verdik ama maalesef sadece Alte Pinakothek’i görebildik. Neue Pinakothek kapalıydı, Ekim 2015’te açılacağı söylenmiş ama ne zaman açılır kim bilir?
Alte’de 14-18.yy arası resimler yer alırken, Neue’de 19, yy, Pinakothek der Moderne’de ise 20. ve 21. yy resimleri bulunuyor. Museum Brandhorst’te modern ressamların eserleri yer alırken, Sammlung Schack ise 19.yy Alman ressamlarını içeriyor. Pazar günü olması nedeniyle ücret kişi başı 1 Euroydu.
Eşimle 10.yıldönümümüzü kutlamak amacıyla Avrupa’ya gidelim dedim, önce uçağıyla, oteliyle kendimiz organize edelim dedim, ama turların fiyatları daha cazipti. Biz de tur ile otel ve ulaşımı halletik( kişi başı 349 Euro), kalan kısmı kendimiz ayarladık. Öncesinde internetten resmi websitelerinden gezilecek yerleri çıkardık, harita üzerine işaretledik, ayrıca visitacityden bir program yaptık. Mart sonunda turumuzu yaptık.
Sonuçta programdakinden çok daha fazla yeri gezmeyi başardık.Mutlu olarak döndük, iyi ki gitmişiz diyebildik.
Ben en çok Budapeşte’yi beğendim, bana huzurlu bir şehir geldi. Prag çok karmaşıktı, Paskalya olduğu için bir sürü yabancı vardı ve çok kalabalıktı, Viyana da bayağ güzeldi ama zengin şehirlere karşı biraz ön yargılıyım, o yüzden favori olarak Budapeşte’yi seçiyorum, biraz daha Viyana’da vakit olsaydı, gezemediğim müzeleri gezmeyi isterdim, aynı şekilde pazartesiye denk geldiği için Budapeşte’de bazı müzeleri gezemedim.
Prag ise 2 gün ile fazla uzundu, son gün vaktimiz olmasına rağmen şehre gitmedik, tabi biraz da otelin uzak olmasının payı vardı. Sadece Budapeşte’deki oteli beğendiğim için onun adını yazayım: Hotel Budapest. Yeri bence gayet iyi, odaları da yeterliydi.
Rehberimiz genel olarak iyiydi ama sanki onun gezdirdiği yerler dışında pek bir gezilecek yer yokmuş, zaten kapalıymış, boşmuş gibi biraz heves kaçırıcı sözler söylüyordu.
Tur şirketine Bratislava için 20 Euro/kişi başı, Avusturyadaki Seegrote ve diğerleri için 55 Euro, Cesky Krumlov için 25 Euro verdik- toplamda 200 Euro verdik, bunların haricinde aşağıda yer yer belirttiğim üzere hediyeler, akşam ve öğle yemeklerine toplamda 900 Euro harcadık.
Evet bu kısa özet sonrası şehirlere biraz daha ayrıntılı bakabiliriz:
1. GÜN BUDAPEŞTE
Pazar öğle saatlerinde Budapeşte’ye vardık, turla önce Kahramanlar Meydanı‘na- Hosök Tere gittik. Macaristan’ın 1000 yıl önceki ilk kralı Arpad’dan başlayarak, Macar tarihindeki önemli kişilerin heykelleri meydanı çevreliyordu. Rehberimiz, meydan çevresindeki müzelerin içlerinin boş olduğunu söyledi. İşgaller sırasında boşaltılmış, çalınmış, vs.
Oradan Gellert Hill’e – Szent Gellert Ter -gittik, burası bir seyir terası. Macarları Hristiyan yapmak amacıyla buralara gelen Aziz Gellert, bu tepeden bir varil içinde yuvarlanmış. Kuzey doğu yamacında onun da bir heykeli var. Sonrasında Fisherman Bastion‘a gittik. Buranın içerisinde Matthias Kilisesi bulunuyor. Rehberin anlatımına göre ( başını kaçırdım maalesef) prens Matthias hapsediliyor, karga ile yüzüğünü annesine yolluyor, annesi de kargayı takip ederek oğlunu kurtarıyor. Bu nedenle kilise süslemelerinde kargalar bulunuyor. Kilisenin giriş ücreti tam 1500 öğrenci 1000 forint.
Meydandaki (Trinity meydanı) bir heykelde de gene Kral Matthias var, macarlar Hristiyan olduktan sonra Matthias vaftiz edilirken, Matthias’ın heybetinden heyecanlanan Aziz, tacı elinden düşürüyor ve böylece tacın üzerinde haç eğriliyor, işte bu yüzden Macar tacının üzerinde taç eğriymiş ( Rehberimiz öyle dedi….)
Budapeşte operası yapılırken, Avusturya imparatoru, Viyana’dakinden daha büyük olmasını istememiş, bu nedenle de küçük yapmışlar ama içi çok ihtişamlıymış, zaten Avusturya imparatoru da buna pek bozulmuş, ilk gidişi son gidişi olmuş ( Kaynak: rehberimiz)
Sonra otele döndük, biraz dinlenme sonrasında otel yakınında Mamma Mia diye bir restoranda yemek yedik, Gulaş çorbası güzeldi ama et pek bize göre değildi. İçecekler ile 7370 forint ödedik. Budapeşte’nin eskiden bayağ ünlü olan alışveriş merkezlerinden Mamut’ta dolaştık, pek birşey yoktu doğrusu ( ama üst kattaki pizzacı yemek için iyi olabilir)
Vee Budapeşte’de en çok hoşuma giden mekanlardan biri, şaşırmaya hazır olun, geliyor, geliyor, geldi:Buda tarafındaki Starbucks. İçerisinde güzel bir kitaplık, dizaynı çok güzel,klasik müzik çalıyor, kendimi mutlu ve huzurlu hissettiğim bir yer oldu. Gelenler de gençlerde ziyade, entel, sanatçı görünüşlü kişilerdi. Kahveye 690 forint ödedik.
2. GÜN
Sabah erkenden düştük yollara; metroya kadar yürüyüp, makineden zar zor biletimizi alarak( sadece bozuk para kabul ediyordu, yanılmıyorsam kağıt para kısmı bozuktu, ama kredi kartı ile ödedik), parlamento durağında indik. Parlamento biletimizi oldukça yüksek bir ücret (kişi başı 5200 forint) vererek aldık, ama sabah saatleri doluydu ( İnternetten almayı deneyebilirsiniz). Biz de şehirde dolaştık. St Stephen’s Basilica’ya girdik, bunun çok yakınında gül şekilli dondurma yapan bir yer var, gitmenizi tavsiye ederim, orada dondurmamızı yedik. Yol üzerinde İstanbul Kebab var, güzel bir yere benziyor ama biz girmedik. Yola devam ettik, kiliseyi gezdik ve çok çok güzel bir cafe olan Cafe Central‘de oturduk. Kahvelere 550 HUF, tatlıya 650 HUF verdik.
Parlamento turu, rehberli, rehber gururla anlatıyor Macar tarihini. Acaba Dolmabahçe’de de biz böyle övünüyor muyuz diye düşündüm. Rehber Macaristan’ın eskiden ne kadar büyük olduklarını tur boyunca vurguladı. Güzel bir parlamento, eskinden sigara içilen koridoru, Macarların meşhur eğri haçlı taçlarının saklandığı kubbe, ikiz meclisler, komünist dönemde tepesinde yer alan ama sonrasında indirilen yıldız, ısıtma ve soğutma sisteminin zamanına göre çok modern olduğu, geziden aklımda kalanlar.
Parlamento binasını gördükten sonra, atladık tramvaya, marketlerine gittik. Beklediğimden çok turistik bir mekandı, benim için hayal kırıklığı oldu. Ben taze taze meyve sebze bekliyordum, daha çok manav tarzı bir yerdi. Zaten sadece zeytin ve domates aldık,onların da pek iyi olduğunu söyleyemeyeceğim:(
Gene attık kendimizi yollara, bir paskalya pazarına denk geldik, oradan uygun fiyata hediyelik acı biber aldık, (çok acı değilmiş aslında). Chain Bridge’i gezdik. Akşam ise, turizm ofisinden biletini aldığımız( kişi başı 4700 forint- HUF), Tuna turu ve müzikli akşam yemeği vardı, bizimle ilgilenen rehberimizi çok sevdim, çok açık sözlü bir kızdı, zenginlerin daha çok Buda kısmında yaşadığı bilgisini verdi.
Buda’nın meşhur hediyelikleri renkli, dantelli giysiler, örtüler; biz pazarlık yapmamıza rağmen makul fiyata bulamadığımızdan almadık. Bir buzdolabı süsü, bir de Budapeşte yazılı torbalar içerisinde acı biber aldık.
Bizim gezmediğimiz ama gezilmesi tavsiye edilen yerler; Margaret adası( yaz mevsiminde), Sinagog,
3.GÜN- BRASTİSLAVA üzerinden VİYANA
Turla beraber yola çıktık, varış noktamız Viyana’ydı. İnternette Bratislava’ya gidin, ama turla gitmeyin, taksiye atlar gidersiniz tarzında bilgiler vardı. Düşündük, taşındık ve turla gitmeye karar verdik, neden; ya nerede duracağımızı bilmiyoruz, taksi var mı yok mu, ne zaman buluruz, hadi bulduk, ne zaman döneriz, yetişebilir miyiz, bilemedik. Bu nedenle dert yok, tasa yok, tura katıldık, pişman da olmadık.
Bratislava gerçekten mini minnacık bir şehir, ne kalmış aklımda, kanalizasyonda çalışan adam heykeli, Sisi’nin takıldığı cafe, Avusturya Macaristan imparatorunun taç giydiği kilise, Roma kapısı, işte bu kadar. Hm bir de yolda rastlayabileceğiniz Türk öğrenciler:) Buradan da buzdolabı süsümüzü aldık, görevimizi tamamladık:)
Saat 14 civarına Viyana’ya vardık, müzelerin olduğu meydanda indik, rehberimizi bize kısa bir şehir turu yaptırdı. Veba anıtını, lüks mağazaları görerek, operaya ulaştık ve orada serbest zaman başladı. Hemen koşa koşa, müze canavarları ( abartıyorum tabii:), National Treasury Museum’a saldırdı:). Ne kadar şanslıydık, normalde Salı günü kapalıyken, gittiğimiz salıdan itibaren açık olmaya başlamış, oley oley oley. Neler var müzede, süslü püslü kıyafetler, şamdanlar, vs.
Müzeyi bitirdikten sonra yakınlardaki kütüphaneye girmeye çalıştık ama ya kapalıydı, ya da biz girişi bulamadık. Tekrar operaya doğru inip, Hotel Sacher’in cafesinde-yeni olanda ( otelin iki cafesi var, sıra beklenen eski cafesi ve orijinal olanı, diğeri ise daha az sıra beklenen aynı tatlının sunulduğu yeni olanı) bu muymuş diyerek bir sacher yedik ( o kadar da kötü değildi, biraz çamur atayım dedim:).
Akşam yemeğini ise süper bir şekilde Figlmüller wollzeile’de yedik, yanlışlıkla tafelspitz( 2 tanesi 41 euro) denilen paylaşılan haşlama et sipariş etmişiz, ama süper lezzetli ve süper doyurucuydu, garson çok iyiydi, salatası, ortamı biz çok beğendik, 61 Euro ödedik.
4. GÜN VİYANA
Viyana’daki ikinci günümüzde turun düzenlediği geziye katıldık, ikinci dünya savaşı sırasında Nazilerin uçak ürettikleri eski bir maden ocağı olan Seegrote’yi ziyaret ettik. Bu Avrupa’nın en büyük yeraltı gölüymüş (Acaba?), sonra Hundertwasser evlerini gördük. Mimarı Hundertwasser bunları kendisi için hiç bir ücret almadan sosyal konut olarak yapmış. Doğada herşeyin yumuşak, yuvarlak hatlı olduğundan yola çıkarak yapmış.
Baden’e uğradık, Beethoven’ın 9. senfonisini bestelediği müze eve girdik( turdan bağımsız olarak- öğrenci 3 Euro, yetişkin 6 Euro).
Oradaki pazarda çin çorbası içtik, Türkiye’de yaşamış bir bayan Alman pazarcıdan alışveriş yaptık, en son olarak da öğlen şöyle bir Schönbrunn Sarayı’na uğradık.Burası yazlık saray, bahçesi ile ünlü, 1441 odası bulunuyor, İmparator Leopold yapımına başlamış ama Maria Teresa bayağ bir değiştirmiş. Kraliçe Maria Teresa da bayağ ünlü ve becerekli bir imparatoriçe, aslında eğitimli değil ama tahta geçmesi planlanan kardeşlerini vebadan kaybedince kendisi geçiyor, kız çocuklarının okumasını zorunlu kılıyor, aşı getiriyor, sarayında çoğaltıyor, halka ücretsiz dağıtıyor. Mimari düzenlemeler yapıldı, şehir planlaması yapıyor. Bunlar aklımda kalanlar, bir de 16 çocuk doğuruyor. 40 yıl tahtta kalmış.
Yemeğimizi Cafe Central’de yedik. 20.5 Euro Schnitzele, 19.6 ise waller laibchen’e verdik. Tur bizi Viyana merkezde bıraktı, koştura koştura Sisi Müzesi’ne gittik. İki kişi 25.8 Euro verdik. Sisi, Avusturyayı 68 yıl yöneten Kral Franz Joseph’in asi ruhlu eşi. Güzelliğine çok düşkün, devamlı spor yapıyor, diyet yapıyor,devamlı seyahatte, sarayda durmuyor, trajik bir şekilde Cenevre’de öldürülüyor. Filmlere de konu olmuş Sisi, müze zaten Sisi’nin yaşadığı yer olan Hofburg Sarayının içinde, Sisi’nin odası, eşyaları sergileniyor.
Bir de Aziz Stephen katedraline gittik.
Akşam, Opera’da Ovsianikov’un yönettiği Le Corsaire Balesine gittik. Bilete kişi başı 11 Euro vermiştik. İnternetten önceden almıştık, ama yerimiz çok kötüydü, oturduğumuzda sadece orkestradan birkaç kişiyi görebiliyorduk, restricted view diyor ama bence almost no view demeliler.
Viyana’da bizim gitmediğimiz ama ilgi çekebilecek diğer yerler; Sigmund Freud Müzesi, modern eserleri barındıran, özellikle Schiele ve Klimt’in resimlerine ev sahipliği yapan Leopold Müzesi, Mumok, girişini bulmayı başaramadığımız Ulusal Kütüphane, Mozart Haus, İspanyol Binicilik Okulu.
Viyana’da hediyeler, yemekler ve ulaşım için ekstra 200 Euro harcamışız.
5.GÜN CESKY KRUMLOV üzerinden PRAG
Cesky Krumlov’a da turla gittik. Burası da şirin küçük bir kasaba, şerbetçi otları ile ünlü. Simgesi ayı. Rosenberg’ler burada yaşamışlar. Kilisesine girdik. Buraya Japonlar hep balayına geliyorlarmış. Paskalya nedeniyle kurulan pazarından alışveriş yaptık, paskalya yumurtaları aldık. Vltava nehri buradan doğuyormuş. Grand Otel’de çorba içtik ama tavsiye edemeyeceğim.
Öğle saatlerinde Prag’a vardık, kısa bir yürüyüş sonrasına Old Town Square ve meşhur astronomik saatine geldik. İlk kez 1410’da yapılmış ve dünyanın çalışan en eski astronomik saatiymiş.
Akşam pizzacıda yemek yedik. Prag’da Manufaktura diye bir mağaza var, tarz olarak bizim bayağ hoşumuza gitti, oradan alışveriş yaptık.
Biz gittiğimizde Prag çok kalabalıktı, heryerde Paskalya nedeniyle bir sürü turist olduğundan biraz sıkıldık. Ama süsleri de kötü değildi hani:)
6. GÜN PRAG
Sabah erkenden, iyi bir programla aktarmalı olarak metro ile Prag Kalesi’ne gittik,( 30 dakikalık 3 binişli, gidiş dönüş yetişkin bileti 96 Çek koronası -CZK) St Vitus Katedralini, Golden Lane’i gördük.Yürüyerek aşağı indik, önce Lennon duvarını gördük, sonra Charles Bridge’e gittik. Sadece yayalara açık. Tin Kilise’sine gittik.
St Nicholas Kilisesi’nin girişini bir türlü bulamadık, dışarıdan görmekle yetindik.
7. GÜN PRAG
Bugünü Karlovy Vary’e ( Karlsbad- Karl’ın banyosu) ayırdık. Student agency denilen otobüs firmasıyla, kişi başı 300 koronaya gidiş dönüş bileti aldık. Otobüs rahattı. Her yerde kaynak suyu var, ben hepsinden bir büfeden aldığım özel bardağı(fiyatı 100 korona) kullanarak tattım, genel olarak demir bir kapta bekletilmiş su tadındalar:) Güzel bir şehir, Atatürk’ün oteline gittik, içeriye girmedik.
Teleferik ile tepeye çıktık.
Sonrasında güzel bir yemek yedik, kağıt helvasından aldık.Orada 550 koronaya güzel bir yemek yedik.
8. GÜN PRAG
Dönüş günümüzde otelin yakınındaki Decathlon’a gittik, şehre gidip gelmeyi pek istemedik.
Prag’da görülebilecek diğer yerler: Komünizm Müzesi, Yahudi Müzeleri, Terezin Kampı, Wencelas Meydanı
Prag’da toplam olarak 350 Euro civarında ekstra harcamamız oldu. Burada lego ve herkese hediye aldığımızdan biraz fazla oldu.
Yalnız gezmesi uzun, yazması daha uzun oldu, bir de üzerinden zaman geçtiği için maalesef bazı ayrıntıları unutmuşum, biraz birbirine karışanlar da olmuş olabilir gene de, yazdığım gene de iyi oldu değil mi?
Uzun zamandır gitmek isteyip de uzak diye gidemediğimiz Nallıhan’a nihayet gittik.
Bakın bu linktede bayağ bir tanıtım var: http://www.naltud.org.tr/?&Bid=1498688&/NALLIHAN-DA-GEZ%C4%B0LECEK-YERLER
Nallıhan’a Ayaş yolu üzerinden gidiliyor, yaklaşık 2 saat sürüyor yol.
Yol üzerinde Çayırhan’a uğrayıp kabaca Juliapolis antik kentini gördük.
Yola devam edip, Nallıhan Kuş Cenneti’nde biraz durup güzel fotograflar çektik. Gözlem noktaları ile halka açık olan Orman Binası ile güzel bir yer.
Yol üzerinde, yemyeşil Emremsultan köyünde, Tapduk Emre’nin mezarını ziyaret ettik.
Gene yol üzerinde Sarıyar barajına uğradık.
Zar zor köy yemeklerinin tavsiye edildiği Karacasu köyünü bulduk ama mekan kapalıydı. Biz de şelale varmış- Uyuzsuyu- hadi görelim diye çıktık bir daracık dağ yoluna, sonunda ulaştık şelaleye ama dönüşte lastik patladı.
Hayattaki ilk lastik değiştirmemi yaparak yola devam ettik ve Nallıhan’da merkezde bir lokantada artık ne bulursak yedik, Kocahanı gezdik, birkaç el dokuması aldık.
Haziran 2016’da bir konferans nedeniyle 4 günümü Vilnius’da geçirdim. Radisson Blue (Konstitucijos)da kaldım, nehir kıyısındaydı. Güzel bir oteldi, özellikle kahvaltılarında yok yoktu.
Vilnius’a bir cumartesi sabahı geldik, her yer capcanlı, insanlar nehir kenarında plaj voleybolu oynuyorlardı, her yaştan çocuk ve genç özel alanlarda kaykayla kayıyor, bazıları basket oynuyorlardı, bazıları bisikletli, bazıları patenliydi. Vilnius sporla iç içe, yemyeşil bir şehir.
Gelelim birkaç temel bilgiye;
Para birimi Euro, Avrupa Birliği’ne 2003’te, Euro’ya ise 2015’te geçmişler.
Litvanya’nın toplam nüfusu yaklaşık 3 milyon, Vilnius’in ise 540 bin. Nüfus çoğunluğunu Litvanlar oluşturuyor, % 6.5 oranında Lehler, %5.8 oranında Beyaz Ruslar var. Şuan 500 kadar Tatar olduğu söyleniyor, Tatarların Yahudiler, yalnız diğer Yahudilerde olmayan kuralları var, örneğin kutsal yerlere girerken ayakkabı çıkarmak gibi.
Hava alanından taksiyle gelmek 15 Euro tuttu ama bizim kaldığımız otele 1 Euro’ya gelen bir otobüs varmış…
Birkaç temel Litvanca kelime de öğrensek fena olmaz:
Merhaba: Labas
Bye: İki
Hoşçakal: Viso gero
İyi sabahlar: Labas rytas
Evet: Taip (teyp gibi okunuyor)
Hayır: Ne
Lütfen: Prasau (praşov gibi okunuyor)
Teşekkürler: Aciu ( açu diye okunuyor sanırım)
Tamam: Gerai ( gerey)
Özür dilerim: atsi prasau
Tarihten de bahsedelim; Litvanya eskiden Avrupa’daki en büyük ülkelerden biriymiş ama sonra birçok ülkenin eğemenliğinde yaşamış; Rus, İsveç, Almanya, Polonya, Fransa.
1989 yılında Litvanya, Letonya ve Estonya arasında, Molotov ve Ribbentrop Anlaşmasının 50.yılını protesto eden 2 milyon insan el ele tutuşarak özgürlük için bir insan duvarı oluşturmuştur.
1990 yılında bağımsızlığını kazanmıştır ve ilk tanıyan ülke İzlanda’dır.
Litvanya’nın endüstrisi kereste ve mobilyaya dayanıyormuş. Bir miktar tekstil, tarım ürünü de varmış.
Yemek kültürü pek zengin değil. Ekmeğe eskiden büyük saygı gösterilirmiş aynı bizdeki gibi eğer bir parçası düşerse, hemen alır, öper ve yerlermiş. Mantar türü oldukça fazlaymış, en ünlü mantarı boletusmuş. İnternetten baktım da ‘Şirinler’in mantarına benzeyen bir tür gibi geldi:)
Rehberimizin ismi ise Şafak idi, yani Ausra:)
1. GÜN
Radisson Blu Otelin hemen karşısındaki şirin alışveriş merkezi Vcup’ta dolaştık. En üst katındaki Grill Cup’ta yemek yedik. Akşam üzeri çıkıp Old Town’a doğru yürüdüki yaklaşık 20 dakika sürdü. Old Town’da Katedrali ve Kulesini gördük.
Katedral- Sv Apastalu Petro İr Povilo Baznycia
St Stanislaus ve St Ladislaus Katedrali ilk 1251’de yapılmış, dük öldükten sonra tekrar pagan tapınağı haline getirilmiş, sonra 1387’de Hristiyanlığın kabulü sonrasında kilise olmuş. Bir ara sanat galerisi, hatta bir ara da araba tamircisi bile olmuş. Katedralin tepesinde üç heykel bulunuyor: St Staislaus- Polonya, Helena-Rusya ve Casimir- Litvanya’nın azizi. 18.yy’da yapılan bu heykeller Ruslar tarafından yok edilmiş, şuanda ise eski heykellerin 1997’de yapılan kopyaları yer alıyor binanın üzerinde.
2. GÜN ESKİ ŞEHİR
Yürüyüş turuna katıldığımız bu günde rehberimiz bizi eski kısımda gezdirdi.
Türk Büyükelçiliği eski kısımda yer alıyor.
Azize Anne Kilisesi- Sv Onos Baznycia
Bernardine Kilisesi- Bernardinu Baznycia ir Vienuolynas
Kilisenin içi, Azize Anne Kilisesi’nden daha güzel olduğu söylendi, işte birkaç fotograf:
Uzupis Cumhuriyeti:)
Rehberimiz bizi kandırdı, buranın bağımsız bir cumhuriyet olduğunu, bir başkanı, beş başkanı olduğunu söyledi, Schengen vizesi geçerli değilmiş ama sağ elini kaldırmak yeterliymiş.
Zaten etrafta da sağ elin gösterildiği bayraklar var, bir de birçok dilde anayasının çevirisinin olduğu bir duvara götürdü. işte size Türkçe Anayasası.
Bu da çevreden birkaç resim, oldukça hoş bir atmosferinin olduğunu söyleyebilirim:
Vilnius’da çeşit çeşit kilise var; Franciscan, Evangelik, Ortodoks, Katolik, Bernardin
Vilnius Üniversitesi Kulesi
Buradan birkaç Vilnius fotografı çektim.
Aziz Casimir Kilisesi- Sv Kazimiero Baznycia
17.yyda inşa edilmiş bir kilisedir. Defalarca yıkılmış ve ardından onarılmıştır.
Kutsal Ruh Kilisesi- Church of the Holy Spirit- Sventos Dvasios Baznycia
İlk 14.yyda yapılmış olsa da 18.yy’da büyük bir yagından sonra onarımdan geçmiştir, şuan Vilnius’daki Polak Katoliklerin ana kilisesidir.
Kutsal Ruh Ortodoks Kilisesi- Orthodox Church of the Holy Spirit- Staciatikiu Sv. Dvasios Cerkve
İçi oldukça etkileyici olan bir kilise, biz girdiğimiz zaman bayanlar temizlik yapıyorlardı.
Öğle yemeğimizi Medininkai’da yedik, fena değildi.
Biz gitmedik ama çocuklar için bir oyuncak müzesi varmış, Sovyet döneminde oyuncakları görmek ilginç olabilirmiş.
Başkanlık Sarayı
Rehberimiz bayan olan başkanları ile gurur duyuyordu. Avrupa Birliği nezlindeki cesur söylemleri ile tek “erkek” başkanın kendisi olduğu söyleniyormuş.
Neris Nehri Kıyısındaki Kiraz Ağaçları
Bu agaçlar bir Japon Elçi anısına dikilmiştir. Hitler Polonya’yı işgal ettikten sonra Polonyalı Yahudiler ülkelerinden Litvanya’ya gelir, Sovyetler’in de Litvanya’yı işğali sonrası Polonya’dan gelen Yahudilerin Sovyetler üzerinden başka ülkelere gitmelerine izin verir. İşte o zamanın Japon büyükelçisi Sugihara ve eşi Yukiko, kalabildiği 29 gün boyunca günde yaklaşık 300 vize verir, sonrasında da mührünü Polonyalı bir Yahudiye bırakır. Bu yolla 6000 civarında Yahudi kurtulmuştur.
3. GÜN TRAKAI
Mezopotamya’dan gelen Karaimlerin yerleştiği bölgedir. Bazı kaynaklar ise Mezopotamya’dan gelen bu kavimin, Karadeniz’de yaşamakta olan Müslüman Tatarlar ile kaynaşması ve Vytautas tarafından Trakai’ya getirilmesi sonucu buraya yerleştiklerini belirtmektedir.. Kenesa denilen tapınakları vardır. Şuanda sadece 500 kişilik bir topluluktur. Daha detaylı bilgi www.karaimai.lt adresinden alınabilirmiş.
Trakai Kalesi’nde Karaimlerle ilgili bir bölüm yer alıyor. Kaleye giden köprünün sağında sarı ev bir restoranmış ve sahibi Karaimliymiş. Ama konuşmaya fırsat olmadı maalesef.
Trakai Kalesi ise Galve gölü kenarında yer alan bir ada üzerine yapılmıştır. Dük Kestutis bu kaleyi 14.yy’da yapmaya başlamıştır. 15.yyda oğlu Vytautas tarafından Polak ve Litvanyalı güçlerin birleşerek kazandığı Gunwald savaşı sonrasında tamamlanmıştır. İçerisinde müzede zamanın paraları(ilk gümüş çubuk paralar dahil), bazı savaş aletleri, duvar halıları vb sergilenmektedir.
Kale gezisi sonrasında köprünün solunda Bona restoranda yemek yedik. Orada bölgenin tipik yemeği olan benim Eskişehir’in çiböreğine benzettiğim kibinai çöreğini yedik. Güzeldi.
Sonra da Düklerin şimdi müze olan sarayının bahçesini gezip otelimize döndük.
3. günü esprili bir fotografla bitirelim, aşağıdaki fotografta fareyi kim bulabilecek bakalım:
Bernardine Bahçeleri
3 günde Brüksel’de ne yapılır? Tabii ki üç toplantıya girilir, vakit kalınırsa şehre şöyle bir göz atılır:)
Brüksel pek ısınamadığım bir şehir oldu, bunda Kasım’ın sonunda gitmiş olmanın bir rolü de vardır herhalde. Çok karışık bir nüfusa sahip, her yerden insanlar var ve açıkçası büyükşehirin koşuşturması ve biraz vurdumduymazlığı yansımış insanlara.
Şehrin mimarisine bakarsak güzel binaları sokakları elbette var, ama ben gene de şehirde kendimi mutlu hissedemedim.
Bu duygu ve düşünceleri bir kenara bırakıp gezdiğim yerleri kısaca anlatayım. Adolphe Maxlaan Bulvarında bir otelde kaldım, burası şehrin merkezi, meşhur meydanına Grand Place-Grote Markt yürüyerek ulaşılabiliyor. Bu meydanda, iki yılda bir Ağustos ayında çiçeklerden halı yapılıyor.
Meydanda üç önemli bina bulunuyor: Şehir Müzesi- Brussels City Museum, Belediye Binası- Town Hall ve Hotel de Ville.
Şehir müzesi küçük bir müze, şehrin resimleri ve maketleri yer alıyor, biraz da porselen eserler var.
Bir de meşhur Manneken bölümü. Manneken, Brüksel şehrinin simgelerinden biri, minicik çiş yapan bir erkek çocuk heykeli ve arada bir kendisine değişik kostümler giydiriliyor. Şimdiye kadar yaklaşık 800 tane kostüm giymiş ve bunlardan 100 kadarı müzede sergileniyormuş.
Bunlar da oradaki bilgisayardan Türk kıyafetleri:
Bu da heykelin kendisi:
Müzenin en üst kısmında da bir resmin temizlenme işlemini görebileceğiniz atölye bulunuyor.
Bu da meydandan birkaç fotograf;
Brüksel’den hediyelik ne alınır? Tabii ilk sırada çikolata var; Neuhaus, Godiva en ünlü markaları.
Bir de dantelleri ile meşhur. Bunlar benim aldığım örnekler:
Tenten mağazaları da Brüksel’de gezilebilir. Tenten’in çizeri Herge ismiyle bilinen Georges Remi Belçikalı bir çizer. Bu da mağazasının vitrininden bir görüntü.
Şehirde ilgi çekebilecek diğer noktalar ise; Müzik Aletleri Müzesi, Royal Galleries, Passage du Nord.
Son olarak da gezdiğim birkaç kiliseden fotograflar koyalım.
Kapanışımızı da waffle ile yapalım:
İnanılmaz ama gerçek 7 gece 8 günde bu kadar yer görülür mü, evet görülür ama akılda ne kalır bilinmez. Bu blogu yazma sebeplerinden biri de aslında bir gezdiğim yerleri derleyip toparlamak. Jolly’nin 29 Temmuz- 5 Ağustos turuna katıldık. (Yılın en sıcak zamanlarından biriydi ama bizden önce daha da sıcak günler olmuş.)
Çok kısaca maliyeti de yazayım
Kişi başı tur ( çocuklara indirim yok) 649 euro, toplam 2596 Euro
Ekstra turlar 280 euro büyüklere, 180 euro küçüklere toplam 920 euro
Van Gogh müzesi çocuklara ücretsiz büyüklere 19 Euro
Louvre müzesi çocuklara ücretsiz büyüklere 34 Euro
Hediyelik Eşyalar 200 Euro
Ankara-İst-Ankara Pegasus 240 Euro
Herşey toplam 4800 Euro yaklaşık 86 bin TL.
Yani çok yaklaşık olarak biraz daha rahat yemek yiyecekseniz, tur ücreti çarpı iki gibi varsayılabilir.
Gün gün gördüklerimizi, yediklerimizi, alışverişlerimizi yazalım bakalım;
1. Gün Öğleye doğru Brüksel’e indik, hemen otobüslere binerek Amsterdam’a doğru yol aldık. Yolda mola verdiğimiz yerde bir karavan vardı, modelini çok beğendim sizlerle de paylaşayım: Matrix 670C. Akşam Amsterdam’da Dam Meydanında serbest zamana başladık, burada Royal Palaca Amsterdam bulunuyor, bu sarayın altında inanılmaz sayıda kazık varmış. Yaklaşık 14 bin kazık üstünde duran bir saray. Yapıldığı yıl olan 1665’te Avrupa’nın en büyük binası olmuş ( Bu bilgiler internetten bu arada)
Meydanda ayrıca meşhur balmumu müzesi bulunuyor ama gezmedik, biz trafiğe kapalı olan Kalverstratt’a ve orada da çocuklar için lego store’a gittik.
Sonrasında biraz yürüyüş yaptık, İstasyon karşısındaki Albert Heijn marketinden birşeyler aldık. Yalnız çilekleri ve domatesleri enfesti. Otelimiz şehir merkezine biraz uzaktı ama güzel bir oteldi. Amedia Amsterdam Airport Otel’de kaldık.
2. Gün sabah başladık Hollanda’nın kasabalarını gezmeye. İlk olarak yeldeğirmenleri ve sözde yeldeğirmenlerinin ürettiği kakao tozları ile ünlü Zaanse Schans’a gittik. Sıcak çikolata içtik ama çok bir özelliği yoktu, kakao da aldım, fiyatı iyiydi.
İkinci durak Marken kasabasıydı, minnacık bir yerdi zaten, şöyle bir limana yürüdük, oradaki hediyelik eşya dükkanından tahta balıkları almadığıma çok pişman oldum.
Marken’deki bu kırmızı beyaz tenteli satıcıdan bana tahta balıklardan alır mısınız?
Üçüncü durak, balıkları ile ünlü Volendam’dı. Çok kalabalıktı, biz de arka sokakları gezdik, pazar kurulmuştu, pazardan güzel meyveler aldık, çocuklara da gummy aldık. Burası da şirin bir yerdi. Hediyelik eşyalar da gerçekten burada çok ucuzdu, rehberimizin yönlendirmesi ile buradan aldık. Bir de hoş bir otel gösterdi bize, ressamlar burada kalıp borçlarını ödeyemeyeceğince duvarlara resimler yapmış ve birçok resimlerini otele hediye etmişler. İşte o otel:( Hotel Spaander)
Colmar ile yolculuğumuza başladık, renk renk çiçeklerin her yeri süslediği güzel bir kasaba. Buradan şarap aldık, başka da hediyelik bulamadık.
Nihayet geldik 5. güne. Bugün artık Paris yolundayız, yolda Metz’e uğradık, güzel bir kilisesi vardı, meydanda pazar yeri vardı, biraz orada vakit geçirdik, bir de köşedeki kitapçıdan ( Hisler adı sanırım) uygun fiyata Starwars Çizgi romanı aldık.
New York’u ailecek Haziran 2019’da ziyaret ettik, oğlum New York’u çok seviyordu, hala seviyor, tabii şarkıları, filmleri, binaları çocukları etkiliyor. Bence de New York çok güzel bir şehir, aslında taşı, betonu pek sevmem ama New York’un kendine has bir çekiciliği var, belki yolların, meydanların geniş yapılması ile bir ferahlık algısı yaratılıyor olabilir, ya da tüm o izlediğimiz filmlerin içine girdiğimizi zannettiğimizden de seviyor olabilirim. Gene de yaşamak ister misiniz derseniz, yok istemem, bu metropoller beni yoruyor.
Evet New York dünyanın en ünlü şehirlerinden biri. İstanbul’umuz gibi kozmopolit ve kalabalık. Nüfusu 8 milyon ama metropol çevresi ile 20 milyonu buluyor( 2019)
New York’da gerçekten inanılmaz zengin bir nüfus oturuyor- dünyada en çok milyonere sahip şehir New York’muş, bu da binalara yansımış, özellikle 1900’lü yılların gökdelen furyasına baktığımızda zenginler dünyanın en yüksek gökdelenini yaptırma yarışına girmiş gibiler. Hala da zenginlik çok göze çarpıyor, çok lüks restoranlar, clublar yolda gezerken insanın dikkatini çekiyor. New York’da yıllık üretilen değer 2 trilyon dolarmış, eğer bağımsız bir ülke olsaymış, dünyanın en güçlü 8. ekonomisi olurmuş ( Kaynak: wikipedia)
Beş bölgeden oluşuyor; Bronx, Manhattan( Merkezi), Brooklyn, Queens ve Staten Adaları. Biz kuzey Manhattan’da Fairfield Inn & Suites by Marriott New York Manhattan/Central Park otelinde kaldık.
New York’da geçireceğimiz sadece üç günümüz olduğundan biraz sıkışık bir program yaptık.
Empire State Binası
Empire State Binası gerçekten çok etkileyici ve özel bir bina. New York’ta ziyarete açık bir kaç gökdelen bulunuyor; One Tower, Cyrsler Binası, Top of the Rock- Rockefeller Binası gibi ama biz Empire State’i seçtik. Binanın inşaatına 1929’da başlanmış, 18 ayda tamamlanmış.1931’de tamamlandığından Cyrsler Binası’nın ünvanını elinden alarak dünyanın en yüksek binası olmuş. Bina anteni ile birlikte 443 m uzunluğunda olup, 102 katlıdır. Seyir terasında binanın yapılışı süresince tutulmuş olan muhasebe kayıtları, çalışanların fotoğrafları ve diğer yüksek binalarla karşılaştırmasını gösteren resimler yer alıyor, biraz zaman ayırıp incelemek iyi olabilir.
Central Park
Central Park içerisinde keşfedilmeyi bekleyen sürprizleri olan bir park, içinde göller, hayvanat bahçesi, oyun olanları olan 3382 dönümlük koca bir park. Ayrıca içerisinde, Strawberry Fields, Metropolitan Müzesi ve Belvedere Kalesi de bulunuyor.
One Tower
11 Eylül’de yıkılan ikiz kuleler yerine, bir tane devasa gökdelen dikiliyor, yanı başına da 11 Eylül Anıtı olarak havuz yapılıyor. Burada da bir müze bulunuyor ama biz gezemedik.
New York Halk Kütüphanesi
Çocuklarla olunca gezmek istediğimiz bir yerdi, oldukça geniş, birçok odası müze gibi. Çocuk bölümde bayağ takıldık.
Bizim gezemediğimiz çok ama çok yer kaldı, bir dahaki sefere gitmek nasip olursa, şunları da görmek istiyoruz; Metropolitan Museum of Art, Brooklyn Köprüsü, Solomon R. Guggenheim Müzesi, Coney Adası, Flatiron Binası, Küçük İtalya, Bronx Hayvanat Bahçesi, Chinatown, Gidip gördüğümüz ama fotoğrafını koyamadığım Charging Bull heykeli var, yolunuz düşerse gidin, ama onun için de gitmeyin.
Quebec Şehri, Montreal’in daha fazla nüfusuna rağmen, Quebec eyaletinin başkenti olmayı büyük ihtimalle eski tarihi nedeniyle, başarmıştır. Quebec Şehri, Kuzey Amerika’daki en eski şehirlerden biridir, 1608’de Fransızlar tarafından Saint Lawrence nehrinin daraldığı yerde kurulmuştur, burada dağlarda bulunan kristallerin elmas olduğu zannedilmiş ve bu nedenle de burna Elmas Burnu anlamına gelen Cape Diamant denilmiştir.
Eski şehrin surları Meksika’nın kuzeyinde sağlam kalmış olan tek kale surlarıdır. Turlar zorunlu olarak rehberli yapılıyor çünkü burası hala aktif bir karargah olarak kullanılıyor.
Biz Mayıs 2019’da günübirlik olarak şehri ziyaret ettik. Montreal, Quebec City arası, 254 km. İki şehir arasında bir de orman içinden geçen bir yol varmış, çok düşündük biraz da oradan gitsek mi diye ama vakit darlığı nedeniyle biz Transcanadien otobanını tercih ettik.
Şehrin kartpostallarında yer alan şato, Pacific Demiryolları tarafından otel olarak yapılmıştır, şimdi ise son derece lüks bir otel olarak kullanılmakta olan Chateau Frontenac’tır Bu otel İkinci Dünya Savaşı sırasında Churchill, Roosevelt ve Kanada’nın Mackenzie King’e iki kez Quebec görüşmeleri sırasında evsahipliği yapmıştır. Alfred Hitchcock’un İtiraf filminin son sahnesi de burada çekilmiştir.
Notre Dame de Quebec Bazilikası
Kanada’nın en eski kilisesi olan Notre Dame de Quebec Bazilika ve Katedrali 17. yy’da yapılmıştır.
Diğer gezilecek yerler ise şöyle sıralanabilir; Montmorency Şelalesi ve Parkı, Eski Liman, Akvaryum ve Güzel Sanatlar Müzesi olarak sıralanabilir.
Kanada’nın en büyük şehri olan 6 milyon nüfuslu Toronto’nun nüfusun yarısından fazlası göçmenlerden oluşmaktadır. Eskiden Montreal en büyük şehir iken, Fransızların bağımsız olma çabaları, İngilizce yerine Fransızca’nın egemen olması ile, bu ünvanını Toronto’ya kaptırmıştır. Toronto zaten Amerika’ya çok yakın bir yerde konumlandığından Amerika ile ticaret yapan firmalar için de cazip bir şehirdir.
Toronto’da ne yenir? Toronto’da her çeşit uluslararası yemeğin alasını bulmak mümkün. Biz çok ünlü mekanlara gitmedik, bir akşam Boston Pizza’da yedik. Bir gün de CN Kule’sinin çok yakınındaki Jack Astor Bar’da yedik. İkisi de çok iyiydi.
Nerede kalınır? Bizim tavsiyemiz merkezdeki uygun fiyatlı zincir oteller. Örneğin biz şehir merkezindeki Holiday Inn’de kaldık ve birçok yere yürüyerek veya über ile çok rahat ulaştık.
Toronto’da nereler gezilir? Şehirlerin biliyorsunuz atla bin otobüsleri ve indirimli müze girişleri içeren CityPass kartları oluyor, biz çocuklara çok fazla yeri gezmeyi planlamadığımızdan CityPass almadık ama gideceğiniz yerlere bakarak almak avantajlı olabilir. Resmi sitesi şu şekilde: https://www.citypass.com/toronto
CN Tower
Bu kule, Toronto’nun simgesi ve Toronto siluetini oluşturan en önemli yapı. 553 metre yüksekliğinde olan bu yapı, 40 ayda tamamlanmış olup, 1976 yılında ziyarete açılmıştır.
Yonge- Dundas Square ve Eaton Center
Ne kadar garip bir meydan adı değil mi; Yonge- Dundas meydanı, Amerika’nın Times Meydanı’nın muadili. Çok özelliği olan bir yer değil ama en işlek yeri olması nedeniyle bizim Taksim Meydanı gibi düşünebilirsiniz, her kesimden insanı görebileceğiniz bir yer.
Eaton Alışveriş Merkezi nedense görülmesi gereken yerler arasında sayılır, biz de şöyle bir girdik ama pek bir özelliği olmadığını söyleyebilirim.
Şehir Meydanı- City Hall
Toronto yazısının bulunduğu meydan, fotoğraf çektirmek şart.
Ripley’s Aquarium
Gerçekten müthiş bir akvaryum, çeşit çeşit balıklar, hatta bazılarına dokunma imkanınız var. Saatlerce gezebileceğiniz güzel bir merkez. Zaten hemen CN Kulesi’nin altında, programınızı aynı gün gezecek şekilde yapabilirsiniz.
Ontario Bilim Merkezi
Royal Ontario Müzesi
Devasa bir müze olan Royal Ontario Müzesi- ki Kanada’nın en büyük müzesidir- hem sanatsal hem de kültürel bir çok esere ev sahipliği yapmaktadır. Ayrıca doğa tarihi bölümleri de bulunmaktadır. Müzede 6 milyon eser ve 40 galeri bulunmaktadır. Biz bir günümüzü zevkle geçirdik, belli saatlerde yapılan rehberli tura katıldık. Aşağıya eklediğim fotoğraflar da müzenin geniş yelpazesi ile ilgili fikir verecektir diye düşünüyorum:)
Bizim göremediğimiz ama görülmesi tavsiye edilen diğer yerler ise, Ontario Sanat Galerisi, St Lawrence Pazar yeri ve Toronto Adaları’dır. Diğer iki önemli uğrak noktası ile ilgili de ufacık bilgiler ekleyeyim:
Casa Loma
1911-1914 yılları arasında inşaası süren, yüzlerce işçinin çalıştığı bu ev, Sir Henry Pellatt tarafından Gotik revival tarzında yapılmıştır. 98 odası ile yapıldığı dönem Kanada’sında en büyük ev ünvanını almıştır. Eskiden otel olarak da kullanılmış olan ev, şu anda özel bir şirket tarafından işletilmekte olup ücret karşılığı gezilebilmektedir.
Toronto Zoo
Toronto Hayvanat Bahçesi, gene vakit darlığı nedeniyle gezemediğimiz bir mekan oldu. Zaten 287 hektar ve 5000 üzerinde hayvanı görmek için sanırım günler gerekirdi.
Toronto’da son günümüzü Niagara Şelaleri’ne ayırdık.Araba kiraladık, Toronto Niagara arasındaki mesafe 131 km.
Niagara Şelaleri
Toronto seyahatlerinin olmazsa olmazı Niagara Şelaleri’dir. Bu bölgede üç şelale bulunmaktadır; Kanada tarafında bulunan aralarındaki en gösterişli şelale ( Horseshoe Falls), Amerika taradında bulunan American Falls ve Bridal Veil Falls. Niagara Şelalesi’nin en önemli özelliği su kaynağının gücüdür, en iyi dönemlerde dakikada 168.000 m3 su akar. Burada 4.5 MW’a yakan hidroelektrik santral işletmededir.
https://www.earthcam.com/canada/niagarafalls/thefalls/?cam=niagarafalls2 bu linkte hem CN tower manzarasını hem de Niagara şelalerini canlı görebilirsiniz.
Resmi web sitesi şu şekilde:https://www.niagarafallstourism.com/. Sitesinde değişik değişik paketler satılıyor. Çok turistik bir bölge, Amerika kısmı ayrı, Kanada kısmı ayrı ayrı pazarlıyor. Kanada kısmında, su parkları, kelebek gözlem yerleri, zipline, vapurla gezinti vs.
Bizim tercih ettiğimiz paket Behind the Falls’tı. Hiç paket almasanız da olur, şelaleyi yukarıdan ücretsiz olarak görüyorsunuz, hem dökülmeden önce hem de döküldükten sonra. Bizim pakette bir döküldüğü yerin önü vardı bir de, suların arkasını görebileceğiniz tüneller vardı. Bizim için yeterli oldu.
Yakında Niagara on the Lake kasabası var, yarım saat sürüyor yaklaşık, yol boyunca harika üzüm bağlarını seyrederek keyifle varacağınız bu şirin kasabada lezzetli bir yemek yiyebileceğiniz güzel restoranlar bulunuyor. Gelmişken burayı da görün derim.
Montreal, Quebec eyaletinin en büyük kentidir, dünyada Paris’ten sonra en çok Fransızca konuşulan şehirdir.Fransızlar aradaki t’yi yutarak Monreal derler. Bir ada üzerinde konumlanmıştır ve adaya girerken sizi önemli bir trafik kuralı değişikliği bekler, kırmızı ışıkta sağa dönüşler Montreal adasında kesinlikle yasaktır.
Montreal nesiyle ünlüdür diye bakarsanız, merdivenleri evleri ve bir çeşit patates kızartması olan poutine diyebiliriz.
Montreal için Kuzey Amerika’daki tek Avrupa esintisi içeren şehirdir derler. Aslında bir nebze Quebec City için de aynı şey söylenebilir. Evet bu girişten sonra gelelim, gezmeye.
Montreal diğer Kanada şehirleri gibi, doğası harikadır, her yer yemyeşildir ama eski bir şehirdir, yollar, köprüler eskidir ve devamlı inşaat halindedir.
1. Mont Royal. Şehre panoramik olarak bakabileceğiniz en güzel yer Mont Royal tepesidir. Tepeye ulaşmak için yemyeşil bir yoldan gidiyorsunuz, parkı biraz daha gezerseniz, güzel göller ve çocuk oyun alanları görebilirsiniz.
2. Notre Dame Bazilikası
Blogumu takip edenler hatırlayabilir, Ottawa’da da bir Notre Dame Bazilikası vardı ama Montreal’deki daha ünlü ve gösterişli. Rehberli turlarla da gezmek güzel oluyor, Paris’teki kardeşini de anlatıyorlar.
Bir de kışın burada ışık gösterileri oluyormuş, biz bu gösterilere gidemedik ama kışın Montreal’e yolunuz düşerse aklınızın bir köşesinde bulunsun.
3. Montreal Bilim Merkezi
Gene tam çocuklara göre bir yer, bilimsel teorileri kendileri deneyerek öğrenebilecekleri bir merkez. Ama okulların ana uğrak noktalarından biri olduğu için tam bir curcuna olabilir, dikkatli olun.
4. Parc Olympique ve Biodome
1976 yaz olimpiyatları Montreal’de yapılmış. Buranın inşaatıyla ilgili bayağ mafya hikayeleri anlatılıyor. Montreal’in mafyası ile ilgili de Bad Blood filmini izleyebilirsiniz. Biz orada yaşadığımız dönem boyunca, mafyanın birçok işte elinin olduğuna dair haberlere rastladık: kreşler, kışın evlerin otopark yollarını açan şirketler, inşaat şirketleri vs.
5. Old Port ve La Ronde
Montreal’in eski liman bölgesinde, simge yapılarından La Ronde dönme dolabı bulunuyor. Biz buna da gidemedik ve buralarda da gezemedik. Ama yakınındaki Montreal Bilim Merkezi’nden çektiğim bir fotoğrafı şuraya iliştireyim:
6. Parc Jean Drapeau
Burası ücretli bir yer ama çok eğlenceli, köpüklü kaydıraklar, dalgasız bir deniz, ince kumsal, oyun parkları bulunuyor.
7. Marche Jean Talon
Burası güzel bir yerdi, kapalı bir pazar yeri ama içinde çiçekçi de var, pizzacı var, zeytinci var. Ortamı görmek güzel olacaktır.
8. Lachine Canal
Burası da şehir dışında yer alan aslında bir yürüyüş yolu ve parkı. Kanalda küçük teknelere binilebileceği yazıyordu ama gene biz rastlamadık Park içerisinde de oldukça ilginç sanatsal yapılar var.
9. Montreal Yeraltı Şehri
Montreal soğuk bir şehir olduğu için yerin altında oldukça fazla yapısı ve yolu bulunuyor, tek tek her bir tarafını gezemedik ama Montreal merkezinde birçok alışveriş merkezi,temel birkaç yapı birbirine yürüyüş yolları ile bağlı.Gene yer altında cafeler, mağazalar bulunuyor.
10. Musee des Beaux Artes Montreal
Oldukça büyük bir müze olan Montreal Güzel Sanatlar müzesinde hem modern hem de klasik eserler yer alıyor. Benim ve çocukların en çok ilgisini çeken bölüm ise, Kanada’nın ilk yerlilerinin sanatlarının sergilendiği kısım oldu.
11. Musee d’Art Contemporain
Benim ısrarımla gittiğimiz Modern Sanatlar Müzesi’nin sadece bir katı açıktı, diğerleri bakımdaydı. Biraz kısa sürse de çocukların sevdikleri bir müze oldu.
12. Redpath Museum
Bu müze McGill Üniversite’sinin içinde yer alıyor, küçük bir bina, gönüllüler çalışıyor, haftasonları çocuklar için bol bol etkinlikleri( ücretli) oluyor. Mineral taşlar, dinazor iskeletleri, böcekler, kuşlar ile dolu bir müze.
13. McCord Museum
Bu müzeyi de gezemedik maalesef. Ama vakti olanların gidebilecekleri müzeler listesine ekleyelim.
14. Habitat 67
Habitat 67 gezmeyi çok isteyip de bir türlü fırsat bulup gidemediğimiz bir toplu konut projesi. Expo 1967 için Mimar Moshe Safdie tarafından hazırlanmış olan yapılar birbirinin aynısı, 354 prefabrike modülden oluşmaktadır.
15.Musée Pointe-a-Callière
Bu müzeyi maalesef gezemedik. Montreal’in nasıl kurulduğunu da anlatan bir tarih ve arkeoloji müzesi.
Bunun dışında burada yer veremediğim iki müzeye daha gittik; biri Kanada Trenyolu Müzesi, merkeze oldukça uzak bir yerde bulunan ama içi gene tam çocuklara göre olan bir müze. Diğeri ise, Ecomusee du fier monde. Eskiden bir havuz/hamam olan bir binada eski Montreal’in fabrikalarının olduğu bir bölgede yer alıyor. O zamanki işçi sınıfı ile ilgili çarpıcı fotoğrafları sergiliyor. Benim hoşuma giden bir müze oldu.
Bu arada ufak bir dipnot koyalım. Bizler, 2018 Temmuz’undan, 2019 Temmuz’una kadar Montreal’in banliyösü sayılabilecek Pointe Claire’de yaşadık, güzel bir yıl geçirdik, onun detaylarını da inşallah başka bir blogta anlatırım.
Ottawa, Kanada’nın başkenti olsa da, 1 milyonluk nüfusu ile oldukça küçük bir şehir. Ottawa’da ailecek, 2018 yılının Haziran ayını geçirdik, Queensway’de Watson Street’te bir ev kiraladık. Etraf yemyeşildi, Britannia Beach’e yürüme mesafesindeydi. Britannia Beach Ottawa’nın turistik yerleri arasında sayılmıyor ama vakti olanlar gidip görebilirler, güzel bir kumsalı var, harika çocuk parkları bulunuyor, yemyeşil de yürüyüş yolları var. Gene alışveriş yapmak isteyenler için bu civarda Bayshore Alışveriş merkezi bulunuyor.
Ottawa’da tüm turist otobüslerinin en önemli durağı Parlamento Tepesi’dir. Burada Kanada Parlamentosu yer alıyor.
Parlamento tepesi görüldükten sonra, aşağıya Rideau Kanal’a inip, bir tekne turu yapılabilir. Burası kışın tamamen donduğu için kapatılıp kayak alanına dönüştürülüyormuş.
Kanada Ulusal Galerisi önündeki Bilbao’daki örümceğin arkadaşının karşılamasıyla sizi içeride sanat dünyasına çağırıyor.
Çok güzel ve geniş koleksiyona sahip olan bu müzede tabi gene çocuklar unutulmamış. Çocuklara sanat avı yaptırılıyor, bir tabloda bulunan kostümü giyerek, ellerindeki broşürde yer alan eserleri müzede bulmaya çalışıyorlar, hepsini bulurlarsa da sürpriz bir hediye kazanıyorlar. Çocuklu ailelerin mutlaka gitmesini tavsiye ederim.
Kanada Bilim ve Teknoloji Müzes (ihttps://ingeniumcanada.org/cstm), aslında çocuk odaklı bir müze denilebilir. Ama büyüklerin de ilgisini çekebilecek çok bölüm bulunuyor.
Notre Dame Basilica
Kanada Doğa Müzesi
Bu müzede de yok yoktu, interaktif olarak kurgulanmış birçok bölüm vardı, saatlerinizi rahatça öğrenerek ve eğlenerek geçirebileceğiniz bir müze burası.
Kanada Tarım ve Yiyecek Müzesi
Bu müze biraz şehir dışında, arabayla gitmek gerekli ama toplu taşıma da vardır eminim. En çok sevdiğimiz müzelerden biri oldu, gene çocuklar için güzel aktiviteleri vardı.
Sonuç olarak, Ottawa yaşamak için de gezmek için güzel ve rahat bir şehir, keyifli gezmeler:)
Küba, çok uzun zamandır gitmeyi hayal ettiğim bir ülkeydi. Fotoğraflardaki renkli binalar, plajları, rejimi beni çok meraklandırıyordu. En sonunda fırtına mevsimi başlamadan, Nisan ortası 5 gün 4 gece olmak üzere ailecek gittik. Kanada’dan gittiğimiz için maliyetler görece daha düşük oldu, Airtransat ile gidiş dönüş biletimiz yaklaşık 2200 CAD, konaklama bedelimiz airbnb’de 2 gece yaklaşık 150 CAD, 4 yıldızlı İberostar Bella Costa’da 450 CAD oldu, 700 CAD ise yemek, şehirlerarası ulaşım, müzeler, ufak tefek hediyelik eşyalara harcadık.
Aslında Küba ucuz bir ülke ama iki para birimi olunca birden pahalı hale geliyor. Küba halkının kullandığı para birimi CUP diye kısaltılan Küba Pesosu, turistlerin kullandığı ise 1 Amerikan Doları’na eşitlenmiş olan CUC, Cuban Convertible Peso. Bugün baktığımda 1 CUC, 26 CUP’a eşitti. Bu aradaki büyük fark nedeniyle, insanlar CUC kazanmaya çalışıyorlar, en çok kazanç getiren işler de zaten turizmle ilgili işlermiş. Bu nedenle birçok kişi, pansiyonculuk, taksicilik, bisikletçilik (bisitaksi diyelim) gibi işlerde daha çok kazanıyorlar.
Havana’da binalar çok güzel ama dışından, içinden dökülüyor, eşyaları eski, karanlık ve pis. Sokaklar ve kaldırımlar da öyle, bakımlı yerler var elbette ama genel olarak herşey çok harap. İnsanlar ise şaşırtıcı şekilde bakımlı ve iyi giyimliler, özellikle ayakkabıları bembeyaz ve pırıl pırıl. Devlet görevlileri kahverengi ve yeşil tonlu üniformalar giyiyorlar.
Havana’da nereleri gezdik? Bence en önemli gezilecek yer Büyük Tiyatro, burada rehberli tur yapılabiliyor, saatlerini aşağıya koyuyorum. Ama asıl eğer denk gelirse, gösteri bileti almak güzel olur. Kübalılar için bale çok özel bir sanat. Tiyatronun içinde de heykeli yer alan balerin Alicia Alonso milli gururlarından biri. 75-80 yaşlarında bile gösteriye çıkmış, sanıyorum şimdi 90 küsur yaşında ve Küba’da yaşıyormuş.
Havana’da iki müzeyi gezdik biri Museo Nacional de Bellas Artes, yani Ulusal Güzel Sanatlar Müzesi. Binası oldukça moderndi, içerisini de beğendim, inanılmaz eser var, özellikle devrim dönemindeki gazete manşetleri ve karikatürlerin olduğu kısım çok ilgili çekti.
İkinci Müze ise Museo de la Revolucion, Devrim Müzesi, buraya çocuklarla gittiğimiz için yazıları okumak kolay olmadı, aslında binayı es geçip, doğrudan arkadaki Devrim’de kullanılan araçların açık havada sergilendiği kısma gittik diyebilirim.
Havana’da Ernest Hemingway’in sık sık gittiği bir bar olan La Bodeguita del Medio çok meşhur, hatta birçok Küba resminde de yer alıyor, yalnız çok kalabalık, biz dışından şöyle bir bakmakla yetindik. Buraya yürüme mesafesinde Catedral de San Cristobal var, giriş ücretli ama kapıdan baktığınızda da çok şey görüyorsunuz, bu nedenle biletle girmeye gerek kalmıyor.
Katedral’in etrafı zaten eski Havana, küçük küçük kafeler, kitapçılar, sanat atölyeleri var. Burada ikinci el kitapçıdan çocuk kitabı sordum, 5 CUC dedi, pahalı dediğimde satıcı güldü, ben de “gracias ” diyerek çıktım, bir 600 m ileride devletin satış mağazası vardı, 3 CUC’a yeni bir kitap aldım.
Bizim yaptığımız akıllıca birşey ise, turistik otobüs ile şehri turlamaktı, örneğin yabancı devlet misafirlerinin karşılandığı alan olan Plaza de la Revolucion‘a otobüsle gittik, buradaki Jose Marti Anıtı’nın ve binalardaki Che ve Fidel kabartmalarının otobüsten rahat rahat fotoğraflarını çektik.
Eski araba deneyimini de 3 saate 100 CUC vermektense (ben fiyat sormadım, başka bir turist arkadaş öyle olduğunu söyledi), Viazul’un terminaline giderken verdiğimiz 10 CUC ile tatmin ettik.
Castas, Malecon‘a (İzmir Kordonboyu gibi bir yer) çok yakın, akşam şöyle bir bakalım dedik, çok kalabalıktı, ama zaten turistik otobüsle yanından uzun süre gideceğiniz için bence yürümeye gerek yok.
Varadero ise, Küba’nın ilk turistik yerlerden biri, 60 kadar otel varmış, taksi şöförü Alex’e göre, devlet Varadero’dan iyi para kazanıyormuş. Kendisi de eskiden Havana’da yaşarken Varadero’ya taşınmış, hayatının daha iyi olduğunu söyledi. Biz Varadero’da Iberostar Bella Costa’da kaldık, eski bir otel, mobilyaları, yatakları iyi ama banyo çok bakımsızdı, hele suit odaları ( villa tarzı olanlar) çok daha kötü durumdaydı, gece lambasını yaktığımızda küçük küçük kurtçuklar ortaya çıkıp, lambayı nasıl yediklerini gösterdiler. Ayrıca bir geko benzeri hayvancık da vardı:) Neyse sonra ana binada başka bir odaya taşındık. Yemekler açık büfeydi ama oldukça zayıftı, çocuklar ananas ile beslendiler diyebilirim, ben gene karidesimle mutluydum, eşim ise başarısız denemeler sonrası pilava dönüş yaptı. Havuzu ve denizi ise güzeldi.
Çok uzun zamandır, Karadeniz turu düşünüyordum, kısmet kurban bayramına oldu. Ankara kalkışlı olarak turumuza başladık. İşte bu yoğunlaştırılmış turdan izlenimlerim şöyle:
1. GÜN ORDU, ÜNYE, HAPSİYAŞ, UZUNGÖL
Gece 23:30 itibariyle yolculuğumuz başladı, sabah saatlerinde Ordu Ünye’de kahvaltımızı alıp, Ordu’da teleferikle Boztepe’ye çıktık, güneş yüzünü ara ara gösteriyordu ama tepenin temiz havasını solumak güzeldi.
Yolda Görele Kemençe ve Kültür Parkında kemençe dinletisi ve dondurma sonrası Akçaabat’ta Nihat Usta’da köfte ve piyazımızı yedik. Uzungöl yolu üzerinde, ayaktaki nadir ahşap ve kiremitli köprülerden biri olan Hapsiyaş köprüsünde durup, biraz nefeslendik, akşam saatlerinde Uzungöl’e varmayı başardık.
Uzungöl maalesef hayal kırıklığı oldu, çoğu kişi zaten betonlaşmadan dolayı çok çirkinleştiğini söylüyordu ama üzerine maalesef bir de Arap turist yoğunluğu ve çoğu tabelada Türkçe bile olmaması eklenince, moralimiz bozuldu. Allahtan kaldığımız otel olan”İnan Kardeşler” çok iyiydi ve bize huzur verdi. Otelin her köşesinde çok emek vardı, özlü sözler, ağaç köklerinden yapılmış mobilyalar, odalarda da mobilyaların tamamen el yapımı olması bizi mutlu etti.
O gece deliksiz bir uyku uyuduk.
2. GÜN ŞENYUVA, ZİLKALE, AYDER YAYLASI
Sabah erkenden gene düştük yollara. Önce Sevdaluk dizisinin çekildiği miniminnacık bir köy olan Şenyuva’ya uğradık, sonrasında 15 mden düşen suyuyla Palovit şelalesini de görerek, Zilkale’ye çıktık. Zilkale sonrası ise meşhur Ayder Yaylası’na ulaştık.
Ayder Yaylası kalabalıktı, yemeğimizi Eylül Restoran’da yedik. Buranın fasulye turşusu kavurması(sıcak turşu gibi düşünebilirsiniz), kuru fasulyesi, mıhlaması meşhurmuş. Biz pirzola da söyledik, hepsi de hoşumuza gitti. Gezi sonrasına bal alalım dedik, kilosu 250 TL ( kestane) olduğundan elimiz boş geldik.
Dönüş yolunda zipline dedikleri derenin üstünden iple geçmece diye çevirebileceğim etkinliği de hallettikten sonra Hopa’da otelimize vardık. Rehberimiz bize Batum’a geçiş sorunlu olduğu için tur olarak sınıra en yakın nokta olan Hopa’da kalındığını ve burada en iyi otelin Peronti olduğunu söyledi. Otel eskiydi ama yer açısından iyiydi.
3. GÜN BATUM, HOPA
Bu sefer daha da erken yola çıktık, Sarp Sınır kapısında 1.5 saatlik bekleyiş sonrası, iklimin ve ortamın tamamen değiştiği Batum’a adımımızı attık. Batum eskiden bataklıkmış buranın kurutulması amacıyla Okaliptüs ağaçları dikilmiş ve başarılı da olunmuş. Batum ve Gürcistan, birçok işgale uğramış en son ise Rus egemenliğinde yaşamıştır, bağımsızlığını ancak 1991 yılında alabilmiştir. alfabesi de dünyadaki 21 alfabeden biriymiş bence çok estetik güzel bir alfabe.
Gürcü halkını, görünüş olarak Romenlere benzettim. Gezdiğimiz yerler ise son derece Avrupai olduğunu söyleyebilirim ama tabii arka sokakları nasıldır bilemem. Biraz daha vaktimiz olsaydı Arkeoloji Müzesine gitmeyi isterdim. Ayrıca Müslüman Ali ve Gürcü Nino’nun bir türlü kavuşamadığı heykel, İzmir’deki Saat Kulesi’nin birebir kopyası olan Çaça kulesi de diğer gezilmesi gereken yerler arasında. Bizim gördüğümüz yerler şöyle: Botanik Bahçesi ( ne kadar temiz ve düzenliydi, bravo doğrusu) Ağaç işçiliği ile ünlü Orta Camiyi , Ortodoks San Nikolas Kilisesi ve Ermeni kilisesi, Avrupa meydanını ve altın postu taşıyan Medea heykeli, Tiyatro Meydanı ve meydandaki Neptün heykeli ( çocuklar en çok buradaki labirent şeklindeki şimşirleri sevdiler), Piazza Meydanı, Pier Batumi (deniz kenarındaki restoranlar ve parklar).
Öğle yemeğimizi deniz kenarındaki bir restoranda yedik( Riviera), Gürcü pidesi, dev mantı, armut sodası, çorba, etli patatesten oluşuyordu menü. Ekmekleri de çok lezizdi. Serbest zamanımızı deniz kenarındaki çocuk parkında geçirdik. Hediyelik eşya olarak çok uygun fiyata bambu bardak aldık, birkaç da magnet almayı unutmadık. Ayrıca fındığın kilosu 7 lariydi, kalan bozuk paraların hepsiyle de finduk aldık:) Akşam da Hopa merkezde Aspirin adlı bir pideci de harika bir aspirin pide yiyip, deniz kıyısındaki ultra modern cafede kahvemizi yudumladık, iyi geldi.
4. GÜN SÜRMENE, SÜRMENA MANASTIRI, AYASOFYA CAMİ, UZUN SOKAK;
Yine düştük yollara.İlk durağımız feretiko denilen Rize bezi satan bir mağazaydı, bize pahalı geldiğinden alamadık. Sonraki durağımız gene alışverişe yönelik olarak Sürmene’de bir bıçakçıydı, en iyisi biz evdeki bıçakları adam edelim diye bıçak bileyici aldık. Bir de hediyelik olarak her yerde 5 TL’ye satılan saç bandanası aldık. Sonrasında bir çay fabrikasına gittik, ufak bir fabrikaydı ama daha önce duymamış olduğumuz beyaz çayı öğrendik. Beyaz çay, çay bitkisinin en üst yapraklarının gece toplanması ile elde edilirmiş ve birçok hastalığa şifaymış.
Trabzon’a geçip, Ayasofya Cami’ni gördükten sonra merkezde bayram çadırından enfes et ve pilavımızı yiyip Uzun Sokak’ta şöyle bir gezdik.
Atatürk’ün Köşk’ünü de gözlerimiz dolarak ziyaret ettik.
Akşam olmadan tadilatta olan Sürmena’nın da uzaktan birkaç fotoğrafını çekip Zigana geçidi yakınında olan İvme Otele yerleştik. Yemekleri, odaları ile çok beğendik.
5. GÜN HAMSİKÖY, GİRESUN ADASI, YASON BURNU
Sabahtan Hamsiköy sütlacını yiyerek enerji depoladık, yolda Karaca mağarasını gezdik ve ucu ucuna Giresun adasına giden feribotu yakaladık.
Benim için gezinin en güzel yerlerinden biriydi Giresun adası.
El değmemiş, defne kokulu huzurlu bir ada. Yemeği ise feribotta halledip Yason Burnu’nda da iyi bir rüzgar “yiyerek” Samsun’daki Serra oteline vardık. Otelimizi çok beğendik, ee son gece rahat edelim tabi.
6.GÜN SAMSUN, SİNOP
Son günümüze sıkı bir yürüyüşle başladık, Bandırma Vapuru’nu ve Atatürk heykelini gezdik.
Sonra atladık otobüsümüze Sinop’a vardık. Diyojen anıtını selamlayarak, Sinop cezaevine gittik.
İç parçalayıcıydı gerçekten. Buraya giren mahkumlar cezalarını çekemeden, yaz kış nemli olan havadan hastalanarak ömürlerini doldururlarmış. Sebahattin Ali de bir süre burada kalmış. Cezaevi sonrası Teyzenin Yeri isimli meşhur mantıcıda mantılarımızı yiyerek, biraz sahilde dolaştık, çocuklar ellerini suya sokup, balıkçıkları yakalamaya çalıştılar. Dönüşü Kastamonu üzerinden yaptık, Hanönünden geçtik, sarımsak aldık ve geceye doğru Ankara’ya vardık.
Gelelim genel izlenimime. Aslında tur ile genel bölgeyi tanımış olduk, bundan sonraki seyahatte daha detaylı nokta atışı yapılabilir. Ama iki çocuk ile bu kadar uzun bir otobüs turu pek akıl karı değil.
Bir iş seyahati için gittiğim Portekiz’de, önce Estoril’de kaldım.
ESTORİL
Estoril, James Bond’un Casino Royal’in çekildiği yer, anlaşılacağı üzere Casino’su ile ünlü. Ayrıca Portekiz’in zenginlerinin ve asillerinin yazlıkları bulunuyor. Örneğin Franco döneminde, Kral Juan Carlos burada yaşamış. Oğulları da 18 yaşına kadar buradaymış ve büyük kardeş yanlışlıkla küçük kardeşini burada öldürmüş. Ayrıca Romanya kralı, İtalya kralı da burada yaşamış olan asiller arasında. Estoril de ayrıca bir Formula 1 pisti bulunuyor ama şuan kriterlere uymadığı için yarış yapılmıyor.
CASCAİS
Estoril, gene ünlü turistik plajlara sahip Cascais’e çok yakın, akşam yemeğine oraya gittik, çok leziz uygun fiyatlı bir balık yemeği yedik ama neresi derseniz şöyle tarif edeyim: Natura mağazasından denize giderken 5 dakika mesafedeki devasa çınar ağaçları olan iç meydanda. ( Nasıl bir tarif ama:) Tamam tamam haritadan buldum, Restaurante O batel ( ama bizim yediğimiz Maritimoymuş) veya onun yakınlarındaki restoranlardan biri, bizim yediğimiz ana caddeye en yakın olandı. Bakın caddenin adını da yazayım da dudağınız uçuklasın: Alameda Combatantes de Grande Gerra.
Portekiz en büyük şişe mantarı üretici ülkeymiş. Bir ağaçtan elde ediliyor ve suya ateşe karşı dayanıklı.
Rehberimiz Adriana bizi Sintra’daki meşhur bir eve götürdü, yolda da Portekiz’den, doğasından, coğrafyasından bahsetti.
SİNTRA
Sintra da oldukça turistik bir kasaba, hatta Madonna’nın da evi bulunuyor. Sintra aslında 500 m rakımda bulunuyor ama Lizbon’a göre 10 derece daha serin bir mikro klimaya sahip. Sintra da Quinta da Regaleria’yı gezdik. Burası Portekizli tüccar Carvalho Monteiro’nun hayallerini gerçekleştirdiği ev.
Tüccar, bahçeyi ve evi planlaması için İtalyan bir sahne tasarımcısını tutuyor Luigi Manini ve gerçekten de heryer bir tiyatro sahnesini andırıyor. Bahçe de ve evde sembolik birçok detay bulunuyor, örneğin meşhur “yeraltı kulesi”, 27 metre yeraltına iniyor, bu hayatı sembolize ediyormuş, “karanlık günlerimiz olabilir ama doğru yoldan ayrılmazsak cennete ulaşabiliriz.”
LİZBON
Lizbon iki gün ile en çok vakit ayırdığımız şehir oldu. Lizbon’da en önemli gezilecek yerler şunlar;
Belem Kulesi
İçine giremediğimiz kule…
Mosterio de Jeronimos
Biz gittiğimizde kapalıydı gezemedik maalesef. Birkaç fotograf çekimi sonrasında çok yakında olan Belem Pastanesine gittik.
Belem Pastanesi
Pasteis de nata, Portekiz’in meşhur tatlısı, dışında milföy hamuru var, içinde de krema. Tane ile sipariş ediyorsunuz, mekan çok nostaljik.
Alfama Bölgesi
Buranın sokaklarında kaybolamadık yukarıdan bakmakla yetindik ama bir daha gidecek olursam sokaklarında gezmek isterim.
Bu müzenin kurucusu İstanbul doğumlu Ermeni Carlos Gülbenkyan. Petrol ticareti nedeniyle oldukça zengin olmuş ve parasının bir kısmını da müzede görüleceği üzere itina ile seçilmiş sanat eserlerine yatırmış.Mobilyalar, çiniler, halılar, porselenler, cam eserler ve tabii ki tablolar bulunuyor.
Rua Augusta
Meşhur alışveriş caddelerinden biri. Buranın bitiminde de Praça do Comercio yer alıyor.
Santa Justa Asansörü
Rua Agusta’ya çok yakın bu asansör, dışarıdan bakmakla yetindik, çok uzun bir kuyruk vardı önünde.
Praça do Comercio
Bu da sahildeki meşhur meydanlarından biri.
Vasco da Gama Köprüsü
17.2 km uzunluğuyla dünyanın en uzun köprüleri arasında yer alıyor. Lisbon’da Tejo nehrinin iki yakasını birbirine bağlıyor.
25 Nisan Köprüsü
Bu köprünün adı eskiden Portekiz’in diktatörü olan Salazar köprüsüymüş, 25 Nisan halk ayaklanmasının anısına adı değiştirilmiş. San Francisco’daki Golden Gate’e benziyor. Bu köprüden geçerek, İsa anıtına ulaşılıyor, ee oraya kadar gitmişken biz de baktık tabi ama fotoğraf karesine bu 28 metrelik anıtın sığması mümkün olamadı.
Padrao dos Descobrimentos- Keşifler Anıtı
Portekiz kaşiflerine itafen yapılmış bir anıt.
Miradouro da Senora do Monte
Bir seyir terası, püfür püfür rüzgar esiyor, Lizbon’daki en huzur verici yerlerden biriydi.
Gidemediğimiz ama tavsiye edilen yerler;
Lisbon Oceanarium- Akvaryum
Escultura de Fernando Pessoa- Pessoa Heykeli
Fernando Pessao, hayatının çoğunu Lizbon’da geçirmiş olan 1888-1935 yıllarında yaşamış ünlü şair, yazar ve ressam.
Rossio Tren İstasyonu: Gotik bir istasyonmuş
Museu Nacional do Azulejo – Çini müzesi, görmeyi çok isterdim.
PORTO
Porto’yu biraz hızlı gezmek zorunda kaldım. Douro nehri kıyısındaki otelde kaldım, ulaşım çok kolaydı, meşhur Ribeira mahallesine yürüme mesafesindeydi.
Porto’yu ayrıca turistik otobüslerle de gezebilirsiniz, birbirlerine çok benziyorlar aslında, sarı otobüs, kırmızı otobüs ve mavi otobüs. Biz sarıyı seçtik, uzun turu yapıp okyanusun kıyısına gittik, var mı deniz gibisi ya.
Sonra da nehrin diğer yakasına geçtik. Orada şarap mahzenleri varmış ama zaman bulup da gidemedik.
Ponte de Luis I
Hem Riberia mahallesinin girişinde yer alan köprü, Porto’nun kartpostallarında yer alan köprü.
Ribeira Mahallesi
Sabah saatlerinde tek tük insanın olduğu meydan, akşama doğru tıka basa doluyor.
Eski Porto’dan birkaç görünüm daha:
Livraria lello
Ahşaba benzetilmiş bir çeşit plastik kaplamalı, Harry Potter’ın yazarının ilham aldığı söylenen kitapçı. Bu arada yazar Rowling, bir süre Portekiz’de İngilizce öğretmeliği yapmış. Kitapçıya giriş ücretli ama eğer kitap alırsanız o parayı düşüyorlar. Ben de fado cd’mi buradan aldım.
Majestic Cafe
Personeli güleryüzlüydü, huzur verici bir ortamı vardı.
Porto’da gezilmesi gereken ama bizim gezemediğimiz yerler ise;
Se Katedrali
Serralvalves Müzesi
Clerigos Kulesi ( Torre de Clerigos)
Kristal Saray ( Palacio de Cristal)
Casa de Musica
Akşam da fado gecesine katıldık, bizim gittiğimiz yer “Santo Fado”ydu, bize iyi geldi tabi, sonrasında bir fado cdsi aldım, baktım ki meşhur şarkıyı söylemişler ( casa portugesa) iyidir dedim. Yalnız her anonsu dört dilde yaptılar, Portekizce, İngilizce, İspanyolca, Almanca ( Fransızca da var mıydı acaba? Vardı sanırım..) Akşam 19:30’da başlayıp 24’te bitti, fiyatı kişi başı 40-60 euro gibi birşeydi galiba.
Porto’dan sonra İspanya’ya geçtik, o da ayrı bir yayının konusu olacak inşallah.
Günü birlik Vigo sonrası Braga’da konakladık.
BRAGA
Gezi öncesinde Portekiz’de Porto ve Lizbon dışında nereyi görelim diye araştırdık. Üçüncü büyük şehri olduğu için ( gerçi şimdi internette kontrol ettim, üçüncü büyük şehir konusunda kaynaklar pek anlaşmıyor) Braga’yı görmeye karar verdik ( Diğer aday ise Coimbraydı. Ama İspanya’da Vigo’yu ziyaret etmeyi düşündüğümüzden Braga’ya gidelim dedik). Coimbra’da Portekiz Krallığının ilk başkentiymiş ve buradaki Üniversite’de Avrupa’nın en eskilerinden biriymiş.Otel Mercure Braga Centro’da kaldık. Gayet yeni ve temizdi.
Braga kiliseler diyarı denilebilir, hatta Portekiz’in ilk katedrali burada yapılmış.
Braga’nın şehir merkezine yaklaşık 5 km uzaklıkta, bir de çok ünlü bir katedral bulunuyor: Dom Jesus, buraya binlerce merdiven ile çıkılıyor ( neyse ki bir hidrolik asansör de bulunuyor) Ormanın içinde güzel bir yer.
Biz gittiğimiz dönemde bir festival vardı: Sao Joao festivali. Her yeri ışıklandırmışlar, panayırlar düzenlenmiş ve ilginç olarak da küçük maketten şehirler sergileniyordu. Müzik ve dans gösterileri de vardı. Bu yıl 14 Haziran 25 Haziran arası gerçekleştirilmiş.
Braga Portekiz’deki son durağımız oldu.
Turların götürdüğü ama bizim göremediğimiz bir yer daha var: Fatıma, bu Hz. Meryem’in 1917’de üç çocuğa göründüğü yer. Burada bir kilise bulunuyormuş.
Hediyelik ne alınır diye sorarsanız, üzerinde çini olan ekmek/ peynir kesme tahtaları var, mantardan cüzdanlar olabilir.
Portekizi sevdim, insanları içten, alçakgönüllü, plajları da güzel, belki ileride bir yaz tatili için güneyinde deniz suyunun daha sıcak olduğu Algarve bölgesine gelebiliriz, kim bilir. Yalnız önce biraz Portekizce çalışayım (Ufak bir not İspanyolca bilenler, Portekizceyi çok kolay anlayabiliriz, yalnız telaffuzdaki farklıkları iyice bir çalışması lazım.)
Principe Caddesi
Meydanın sağından uzanan cadde alışveriş caddesi, bizde burada bir yürüyüş yapmayı ihmal etmedik tabi.
Diğer görülmesi tavsiye edilen yerler,
Rande Köprüsü
Cies Adaları
Balık Marketi
Kısa süreliğine de olsa İspanya havası koklamak bana iyi geldi:)